Böyle bir soruyu yıllardır kendime soruyorum. Gözlemlerimden yola çıkarak. Sosyal medyada ateistlerin ne yazdığını takip ederek. Hep aynı şeyler… Üstelik çok basit ve çocukça… Caner’le Matematik Profesörü Ali Nesin’in tartışmasına şahit olduk. Koca matematikçinin çocuksu halleri aklımdan çıkmıyor! Bir de meşhuuur Celal abileri yok mu atesitlerin! Her şeyi bilen filozof edası! Tam bir fiyasko! Tek bir örnek vermek istiyorum.
Diyor ki: “Kur’an’ı defaatle okudum. Fransa’da iken bilim adamları ile tartıştık. Kur’an’da bilime aykırı şeyler var. Biz dağları zelzeleden korusun diye yarattık diyor. Bilimle uyuşmayan bir tane ayetin olması yeter. Her şeyi bilen Tanrı hata yapar mı? Dolayısıyla Tanrı diye bir şey yoktur. Araştırmak lazım diyorlar. Neyini araştıracaksın! Bu kadar basit, jeoloji ortada, ayet bilime aykırı.”
Kur’an’ı, Fransa’da veya diğer batılı ülkelerde öğrendiğini geçiyorum. Demek ki, üstadları oryantalistlermiş! Sadece yukarıdaki örnek ateistlerin ne kadar önyargılı olduklarını, nasıl çuvalladıklarını göstermeye yeter! Celal’e göre ayet diyor ki; dağların olduğu yerde deprem olmaz! Bilim diyor ki; bal gibi olur! Al sana bilime aykırılık! İşte çocuksu kafa böyle bir şey! Oysa ayet, dağların olduğu yerde deprem olmaz demiyor. Konuyla ilgili üç ayet var, birini nakledelim:
“Yeryüzüne onları sarsmasın diye sağlam dağlar yerleştirdik; kolayca yollarını bulabilsinler diye orada vadiler, yollar açtık.” (Nahl, 31)
Ayet, dağların olduğu yerde deprem olmaz demiyor ki! 1400 senddi, bir tane İslam alimi de dağların olduğu yerde deprem olmaz, dememiştir. Ama Celal, illa aykırılık görmek içim kendi görüşünü bize dayatmak istiyor! Ayetin bize anlatmak istediği şey şudur: Bazı dağların altından fay hatları geçebilir, buralarda deprem olabilir. Dağların kazık gibi çakılması altta oluşacak depremin verceği zararları absorbe eder, en aza indirir. Dağların faydası budur. Zararı azaltmak. Öyle değil midir? Dağlar yer yuvarlağının dengesini sağlamıyor mu? Dağların varlığı oluşacak bir depremde zararı azaltmaz mı? Bir ovanın altından fay hattı geçmesiyle dağların altından fay hattı geçmesi ve burada oluşacak depremin verdiği zarar aynı olabilir mi?! Düşünelim:
Gerçek uzmanların bildirdiğine göre, dağların depremle yakın ilişkisi vardır, şöyle ki: depremler gerilim altındaki yer katmanlarının kırılması sonucu açığa çıkan enerjinin yer kabuğunca sismik dalgalar halinde iletilmesinden oluşur; bir cetvelin ucunu iyice gerdirip bırakınca oluşan dalgalar gibi. Bu dalga hareketi yer kütlesinin bu enerjiyi tedricen soğurması sonucu gittikçe zayıflar ve belli bir mesafeden sonra söner; aynen göle atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların gittikçe zayıflayarak sönmesi gibi.
Fen bilimlerince sabittir ki doğrusal harekete olan direnç kütle ile dönme hareketine olan direnç de kütle ile beraber kütlenin dönme ekseninden olan mesafesinin karesiyle orantılıdır. O yüzden, belli bir kuvvetin etkisi altında belli bir enerji ile belli bir yönde hareket eden bir dalga, büyük bir kütleye rast gelince enerjisinin bu kütleye dağılması sonucu zayıflar ve söner.
Dağlar, devasa kütleleriyle deprem esnasında bu tür bir damper görevi görür. Örnek olarak, uzunca bir ipin bir ucunu ileri geri hareket ettirerek oluşan dalga hareketi ip boyunca ilerler. Ancak ipin bir bölümüne kurşun top gibi bir ağırlık bağlanırsa, o bölüme ulaşan dalganın hemen zayıfladığı görülecektir. Hatta eğer ağırlık çok büyükse dalga orada söner.
İşte deprem sırasında dağlar bu kurşun top rolünü oynayıp ip misali yer kabuğu boyunca ilerleyen dalgaların şiddetini azaltır ve dalgaların daha çabuk sönmesini sağlar.
Mesele bundan ibarettir. Şimdi ne olacak! Gerçeği kabul edecekler mi? Allah hidayet nasip etsin, bizim bu duadan başka yapacak bir şeyimiz yok!
Bu yazıda çok kısaca ateistlerin bazı söylemlerine dikkat çekmek istiyorum.
Ateistlerin aslında temel görüşleri bilime, biraz da felsefeye dayanır. Daha doğrusu bilimciliğe, bilimi tanrılaştırmaya diyelim. Çünkü ellerinde bilimden başka bir şey bir şey yok! Tanrı’dan boşalan alan başka tanrıcıklarla dolacak elbette! Felsefede ise acıların çocuğu rolü oynamaktalar… Evrim mesela… Tesadüf… Son olarak kuantum fiziği… Evrende belirsizlikler var… Nerde kaldı düzen? Hepi topu bunlar! Kestirmeden söyliyeyim: Hadi onların dediği gibi olsun, bilim bunları söylüyor. Bilim, Tanrı’nın olmadığını söylemiyor ki! Dahası söyliyemez. Bilim, evrenin nasıl oluştuğunu açıklar. Evrenin arkasında kimin olduğuna karışamaz. Orası aklın alanı! İşaretler, kıyaslar, delaletler, tefekkürler ile akıl karar verecek: Bu evren, bir Tanrı’nın varlığına işaret ediyor mu, etmiyor mu? Hadi dedikleri gibi olsun diyelim, evrim var! Evrimin varlığı Tanrı’nın yokluğunu göstermez ki! Eğer size göre evrim muazzam bir şeyse Tanrı evreni evrime göre tasarlamıştır demektir. Aksini söyleyebilmek için bilimin bir ispat mekanizması var mı?! Yok! Çünkü bilimin işi bu değil! Ancak ateistler batıda dinden boşalan yeri bilimle doldurdukları için bilime dört elle sarılıyorlar! Ama bilimin onlara verebileceği bir şey yok, maalesef! Sadece kendilerini oyalıyor ve kandırıyorlar!
Hele şu tesadüf yok mu?! Akıl alacak gibi değil… Zaten bunu akıl almaz! Akıl hakikati görmekten perdelenmiş olacak ki, böyle iddialarda bulunabilsin! Akıl ne için var? Şu evrendeki olayları düşünmek ve oradan bir takım sonuçlara varmak için… Düşünelim: Kumsala bir isim yazılmış! Bu bir tasadüf müdür yoksa yazan biri mi vardır? Terzide boy boy elbiseler görüyoruz. Bunlar tesadüfen mi bir araya geldi yoksa onları bir terzi mi yaptı? Ortada yazılmış kitaplar var. Harfler kendiliğinden mi bir araya gelip kitabı oluşturmuş yoksa iradesi olan bir yazar mı bu kitabı yazmış? Koca evren bilim adamlarının söylediğine göre milimetrik hesaplarla işliyor. Şimdi bu, -insan dahil- koca evren teadüfen mi oluşmuş? Kumsaldaki yazının, terzideki elbiselerin ve kitapların kendiğinde oluşması ne kadar ihtimal dahilinde ise evrenin kendiliğinde, tesadüfen meydana gelmesi de o kadar ihtimal dahilindedir!
Akıl ve iradeye sahip olmayan atomların veya kuarkların bir araya gelip akıllı ve iradeli varlıklar oluşturması, akıllı bir adamın söyleyebileceği bir şey midir? Onun için akıl diyoruz. Ama bilelim ki, üç tür akıl vardır: Bedenin aklı, zihnin aklı ve kalbin aklı. Bedenin aklı, bedeni, yeryüzünü, dünyayı düşünür. Aslında düşünmez, doğal tepkiler verir. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, cinsel ihtiyaç gibi. Zihnin aklı bir ölçüde bedenin aklını aşar. Bu dünya hayatını düzene sokmaya çalışır. Ama bu dünya ile sınırlıdır. Hatta kendini aşamazsa bedenin doğal olarak arzu ettiklerini zihnin aklı düşünür ve ona göre hareket eder. Yani zihnin aklı bedenin doğal olarak arzu ettiklerini en güzel, en estetik düzeyde yapmaya çalışır, ona odaklanır, onunla meşgul olur. Ama neticede kendini bu dünya hayatı ile sınırlar. Zihnin aklı, bu dünyadakini görür, onunla yetinir. Zihnin aklı çıkarımsal akıldır. Önermeler kurar, sonuçlara varır. İşte bir de kalbin aklı vardır. Bu akıl, insanın metafizizik kökünde, ruh kökünde, fıtratında vardır, saklıdır. Onu açığa çıkaracak olan, bu dünya ile yetinmek istemeyecek olan insanın kendisidir. Kalbin aklı insanı yüce değerlerle birleştirir, bütünleştirir. Zihnin aklı, ormandaki ağaçlara takılır. Kalbin aklı ormanı görmeye çalışır. Zihnin aklı, yol levhasına takılır. Kalbin aklı yol levhasının işaret ettiği şeyi tefekkür eder. Bedenin aklı evin sadece mutfağı ile lavobası arasında dolaşır, oraları bilir. Zihnin aklı, evin her odasını dolaşır, neyi nasıl yapacağını, neyi nereye koyacağını yasalar, ama o kadar. Dışarıda ne olup bittiği onun idrak kapasitesine sığmaz. Kalbin aklı, dışarıda olanı idrake odaklanır. Onun için evin pencerelerini açar, içeriye aydınlık dolar. Kalbin aklı, dışırada ne olup biitiğinden haberdar olur ve onları idrak eder. İnsanı esasen hayvanlardan ayıran da bu akıldır. Biraz düşünün isterseniz?
Şimdi geldik evrende düzen değil, kaos olduğuna… Dolayısıyla düzen yoksa bir düzenleyici de yoktur demeye… Peki nedir işin aslı?
Ateistlere göre evrende düzen yokmuş! İlgnç olan şu: Evrende düzen olmadığını, iyiki de olmadığını söyleyen ateistler, mucizeleri evrenin düzenini bozduğu için reddederler. Hani düzen yoktu? Tam fırsat size! Mucizeleri kabul edin, ki, karmaşık düzen algınız perçinleşsizin! Ama olmaz! Çifte standart! Allah’ın işi işte! Düzen yok diye yola çıkarsın, sonuçta düzen olmalı, yoksa nasıl bilim yaparız, deme noktasına gelirsin! Bu bir yana evrende düzen nasıl olmaz ya! Şunu diyebiliyorsak evet düzen yok! Bugün su 100 derecede kaynıyor. Yarın aaa 150 derecede kaynadı. Obürgün aaaa 90 derecede kaynadı. Evet, evet düzen yok! İki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu birleştiğinde su oluşur. Eee o bugün böyle, yarın birleşsinler bakalım su mu oluşacak?! Böyle saçmalıklar mümkün değil! Evrende düzen olmazsa bilim olmaz. Tüm ilimler, evrende bir düzenin varlığı önkabulune dayanır. Sebep sonuç ilişkisi bunun için vardır. Nokta. Kaçış yok! Düzenin varlığı muhakkak bir düzenleyeyiciyi gerektirir. Ateistin kaos diye gördüğü şey, akıllara durgunluk verecek muhteşemlikteki bir düzendir. Ama bu, gerçekten sıradan, bayağı bir düzen değil, akılların donup kaldığı, bazen çözmekte zorlandığı ama sonuçta akılları hep harekete geçiren muazzam bir düzen…
Bunlar bir yana ateist özellikle fizikteki kaos teorisine sığınır. Kaosun teorisi bile var. Tabii ki, evrende kaos vardır! Oysa ateistin iddia ettiği kaos ile fizikteki kaos teorisi aynı şey değildir. Sadece ateist bunu manipüle ediyor! Fizikte kaos teorisi bilimsel bir verinin ölçülmesinin önünde engel olan farklı faktörlerin bulunması ve bizim bunları tespit etmeye mutlak olarak gücümüzün yetmeyişidir. Örneğin depremin zamanının kestiremiyoruz. Zira depremi oluşturan fay hatlarındaki harketliliktir. Ancak bu hareketi sağlayan faktörler farklı farklıdır. Farklı olduğu için bugünkü bilim, bunları birleştirip çözümleyecek bir mekanizma oluşturamamıştır. Dikkat edilirse burada ölçümü engelleyen farklı faktörleri bizim ölçebilme imkanına sahip olamamızdan kaynaklanan bir “kaos”, diğer bir ifadeyle belirsizlik vardır. Haddı zatında bu, evrende olan bir kaos değildir. Çünkü depremin vakti saati geldiğinde gerçekleşmesi de evrendeki düzen sayesinde olmaktadır. Ancak bizim ölçüm imkanlarımız bunu tespit edecek seviyeye çıkmadığı için “bize nispetle” görünürde bir kaos vardır. İmkanlar gelişir, önümüzde bir engel kalmazsa artık kaos da olmayacak demektir. (Bk. Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 210-214) Hatta diyebiliriz ki, kaos içinde bir düzen vardır. Bize kaos gibi görünen şey esasen büyük düzenin bir parçasıdır. Yüce Yaratıcı düzenin akıllara durgunluk verecek derecede hassas olmasını murad etmiş, düzeni, kaosun içine yerleştirmiş, insanlar sürekli düşünsün, üretsin istemiştir. O halde kaos diyerek meseleleri karıştırmamak lazım!
Sıra geldi ateistlerin felsefeye dayanmalarına… En tipik sorun kötülük problemi. Hatta Türkiye’nin meşhur ateisti başka hiçbir şey değil, kötülük probleminden dolayı ateist olduğunu söylemiş… Acıların çocuğu… Emrah kurtarabilir mi bilmiyorum ama biz Rabbimizden hidayet dileyelim. Bu probleme önceki yazılarda uzun uzun cevap verdik. Bir de özgür irade problemi varmış! İddiaları şöyle: Eğer Tanrı her şeyi biliyorsa, geleceği de biliyor demektir. Eğer Tanrı geleceği biliyorsa nasıl özgür irade olabilir? Gelecek zaten biliniyorsa değiştirilemez ve dolayısıyla özgü irade olamaz. Peki sonuç? Özgür irade yok denilemeyeceğine göre –ki, kişinin aklı başında ise bunu inkar mümkün değil- förmül şu olacak: Özgür irade var, demek ki, Tanrı yok! Bu mu düşünce? Ben de özgür iradeyi savunuyorum, ama Tanrı’ya da inanıyorum. Bir çelişki de görmüyorum. Hatta Tanrı’yı özgür iradenin teminatı kabul ediyorum. Zira Tanrı’nın özgür iradesi olmasa insanın özgür iradesini açıklayabilmek mümkün değil. Yoksa kalkar özgür iradeyi kör tesadüflere, sağır evrimsel süreçlere, dilsiz atomlara bağlarsınız, herkes size güler! Hülasa bu meselenin özeti kader meselesidir. Bunu bir önceki kitabımızda uzun uzun ele aldık. Burada tekrar etmenin bir faydası yoktur. Ama şu basit cümleyi kurmama izin verin: Allah’ın bir şeyi, hatta her şeyi bilmesi, insanı bir şeye zorlamaz, özgür iradeyi ortadan kaldırmaz. Allah, rumların galip geleceğini haber verdi. İnsanlar özgür iradeleriyle savaştılar, onları kimse zorlamadı, ama sonuçta Allah’ın dediği oldu. Bilim adamları 30 yıl sonra şu saatte güneş tutulması yaşanacağını söyler. Ancak güneş, onlar bunu bildiği için tutulmaz. Tutacağı için onlar bilirler. Ben bir arkadaşımın, ondan habersiz, yarın hastaneye gideceğini söylesem ve o da gitse, ben söylediğim için gitmiş olmayacaktır. Ben onun gideceğini sadece biliyorumdur. O ise özgür iradesiyle hastaneye gitmiştir. Demek ki, benim bilmem, özgür iradeyi ortadan kaldırmıyor. Bir de biz Tanrı’dan bahsediyoruz! Elbette O, her şeyi bilecek! Benim gibi aciz bir varlık mı olsun? Yoksa Tanrı’yı öldürüp biz mi Tanrılaşmak istiyoruz?
Son olarak kısa kısa bazı hususlara temas edip bitirmek istiyorum.
Ateist, Muhammed (s.a.v.) zamanında bir dünya yalancı peygamber vardı, diyor. O da onlardan biriydi. Oysa bir dünya değil, üç tane yalancı peygamber çıktı. Tarihte bunlara uyan bir Allah’ın kulu olmadı. Hepsinin sahtekar olduğu tescillendi. Bu bile Hz. Muhammed’in güvenilirliğini ve peygamberliğini teyid ediyor.
Ateist, Muhammed (s.a.v.), bunca yalancı peygamber arasından sıyrılmasının sebebi, ganimet dağıtımıdır, diyor. Zekaya geri diyebilmek için bir zekanın olması gerekir. İlk on yıl Hz. Muhammed ganimetten tek kelime etti mi? Aksine hep verin dedi. Yoksulları doyurun dedi, köleleri azad edin, dedi, yetimleri kollayın dedi.
Ateist der ki: Bu kadar din arasından İslam’ın hak olduğunu nereden bileceğiz? Ha, kusura bakma, biraz kafa konforunu bozacak, araştıracaksın! Ebedi mutluluğun için… İslam’ın hak olduğunu anlamak için Kur’an yeterlidir. Diğer kutsal kitaplarda fıtratın tiksinti duyacağı ahlakdışılıklar vardır. Tevhidi bozan hususlar vardır. Var mı daha ötesi! Detaya girmek istemiyorum. Ama Kur’an’da akla, fıtrata aykırı tek bir cümle bulamazsınız! Bu, salt bir retorik değildir. Bunun içini tarih doldurmuştur. Haçlılar, oryantalistler, bilim adamları o kadar uğraşmışlar, akla hayale gelmeyen iddialar ortaya atmışlar ki, hepsinin altı boş çıkmış! Bunun için, ateist, kusura bakmasın, biraz araştırmalıdır! Sonra Kur’an, öyle bir Allah kelamı ki, Muhammed’in sözü olması mümkün değil! Allah için bu gözle bir okuyun, bir araştırın! Muhammed’in bir beşer olarak o dönemde bilemeyeceği pek çok hakikatin onda olduğunu göreceksiniz. Tek bir örnek:
“Rüzgârları da aşılayıcılar olarak gönderdik. Gökten su indirdik de onunla sizi suladık; yoksa siz onu toplayıp depolayacak değilsiniz.”
Rüzgârların iki ayrı aşılama görevi var. Birincisi, bulutları harekete geçirip pozitif elektrik yüklü bulutu, negatif elektrik yüklü buluta doğru çekip müthiş bir elektrik akımı meydana getirmesini sağlamasıdır. Bu doğrultuda yapılan ciddi araştırmalara göre, pozitif ve negatif yüklü iki bulut kümesi birbirinden, yani pozitif pozitiften, negafit de negatiften kaçar, fakat Allah’ın bunları estirdiği rüzgârla birbirine yaklaştırmasıyla bir incizap meydana gelir ve o sebeple birleşen bulutların her tarafı elektrikle, yüklenir. Yağmur bunun kaçınılmaz neticesidir.
İkincisi ise, bitkilerin üreme organları çiçeklerdir. Ancak bunların bir kısmı “birevcikli bitkiler”, bir kısmı da “ikievcikli bitkiler”dir. Birevciklilerde aynı kök üzerinde çiçeklerin bazısı dişi, bazısı da erkektir. İkievciklide ise, erkek ve dişi çiçekler ayrı kökler üzerindedir, döllenebilmesi için erkek ve dişi hücrelerin birleşmesi gerekir. Bunun için de çiçek tozunun dişi organın tepeciğine konması lâzımdır. İşte bu döllenme işi rüzgârlar ve böcekler vasıtasıyla gerçekleşir. Şöyle ki: Rüzgâr, erkek organ tozunu alıp dişi organa nakleder. Böcekler de ayakları ve kanatları ile bunu birinden diğerine aktarırlar.
Kur’ân ilgili âyetle rüzgârın birçok yararlarından ikisini açıklıyor. Aynı zamanda bununla ilâhî plânın kusursuz işlediğini ve uygulandığını haber veriyor.
Ateist der ki; Allah, önceki katapların tahrif edilmesine niçin izin verdi? Oysa Allah, Kur’an’dan önceki kitapları evrensel olarak göndermedi ve Kur’an gibi bu kitapları da korumayı va’etmedi. O halde Allah’ın zaten korumayı taahhüt etmedi kitaplar için “niçin tahrif edilmelerine izin verdi?” sorusu mantıklı bir soru olmaz. Bir unutmamak lazım: Önceki kitaplar belli kavimlere gönderilmiştir; Kur’an ise tüm insanlığa… Hz. Muhammed’den sonra başka bir peygamber gönderilmeyecektir. Ateist veya deist der ki; Allah bizden niçin ibadet etmemizi istiyor? İbadetimize ihtiyacı mı var? Burada “istemek” ile “ihtiyacı olmak” arasında zorunlu bir ilişki kurulmuştur. Allah, istiyor, zira ihtiyacı var gibi. Böyle bir maktıksal zorunluluk yoktur. Bir şeyi istemek her zaman ona muhtaç olmayı gerektirmez. Kşmi zaman muhtaç olmasa da kişi muhatabından bir şey isteyebilir. Mesela, hoca talebesinden iyi ders çalışmasını ister. Hoca ihtiyaç duyduğu için değil, talebesi ona muhtaç olduğu için bunu ondan ister. Talebenin ders çalışması hocaya fayda vermeyeceği gibi ders çalışmaması da zarar vermeyecektir. Doktor hastanın reçeteye uymasını ister. Doktorun buna ihtiyacı
yoktur. Hastanın ise vardır. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her şey O’nun elindedir zaten. Ama her şey O’na muhtaçtır. Bizim O’na ibadet etmemiz faydası bize dönük olan bir eylemdir. Zira Allah, bizi o fıtratta yaratmıştır ki, ibadet ruhumuza fayda sağlamaktadır. Biz ibadet yapmadığımızda Allah’ın mülkünden eksilen bir şey olmayacaktır veya O’na dokunan bir zararımız bulunmayacaktır. Ama ibadet yapmadığımızda ruhumuzda bir darlığın oluşması sebebiyle zararı bize dönecektir.
Ateist der ki; tüm peygamberler niçin ortadoğuya gönderildi? Sanki ateist tüm peygamberlerin ortadoğuya gönderildiğini biliyormuş gibi. Oysa Allah’ın nereye ne kadar peygamber gönderdiğinden haberdar değiliz. Haberdar olduğumuz tek şey Kur’an’da adı geçen peygamberlerdir. Bir de 124 bin peygamber gönderildiği… Hepsi bu kadar. Şüphesiz diğer milletlere de peygamber gönderilmiştir. Ama bu peygamberlerden bahis Kur’an’da yoktur. Sebebi basittir: Kur’an, gönderildiği kavmin, aşina olduğu, tanıdığı, duyduğu peygamberlerden bahsetmiştir. Hikmete uygun olan da budur. Arapların tanımadığı bir peygamberden niçin bahsetsin Kur’an? Diyelim ki, Çinlilere de peygamber gönderilmiş zamanında. Şimdi Araplara peygamber gelmiş. Kur’an Çinlilere gönderilen peygamberlerden niçin Araplara bahsetsin? Araplar onları tanımaz, bilmez ki!
Böyle sorular devam edip gider. Fazlasına gerek yoktur. Samimi olan, dürüst olan, soruları olan, cevaba ihtiyacı varsa adam gibi onların peşine düşer. Arayan bulur. Bulanlar muhakkkak arayanlardır. Artık bu tür sorulara yönelik gayet ikna edici epey kitap yazılmıştır.