Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz! Tuhaf ülkenin Müslümanları da bundan nasibini alıyor elbet! Bazıları diyor ki: Ehl-i sünnet karşıtı olarak ehl-i bid’at demek Müslümanların vahdetini bozuyor! Sadece Müslüman desek yeterli! Bid’at, dalalet, heva gibi kavramları lugatımızdan çıkaralım ya da onlar tarihteki kitaplarda kalsın! Herkes istediğini söylesin! Yanlışsa yanlış diyelim, o kadar. Bu anlayış, neredeyse Kur’an ve hadisleri ve dahi kelam ilmini boşa çıkarıyor! Kelam alimleri bunca asırlar kılı kırk yararak niye uğraşmışlar? Küfür nedir, iman nedir, fısk nedir, bid’at nedir, dalalet nedir, bilgi nedir, kat’ilik, zannilik nedir, diyerek niye kafa patlatmışlar? Şayet sadece hata olacaksa sonuçta onca sapkın görüşe bir açıdan yeşil ışık yakmak anlamına gelmeyecek midir? Sapkın görüşlerle, sağlam bir usulle ortaya konulan görüşler bir tutulmayacak mıdır? Tutularsa bu adalet olur mu? Burada ben bu görüşün üzerinde fazla durmayacağım; tam zıttı bir görüşe temas edeceğim, ancak kısa da olsa bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum:
Diyelim ki, dini bir takım yapılar hakikat tekelciliğine soyunuyor, kendi anlayışını kabul etmeyenleri tekfir, bid’atçılıkla suçluyor, tadlil ediyor. Şimdi buna bakıp buradan hakikat tekelciliği yapmayalım, kimin doğru kimin yanlış olduğunu belirlemeye çalışmayalım gibi bir netice ortaya çıkarabilir miyiz? Cübbelivari ekstrem yapıları bir tarafa koyarak sormak istiyorum: Bu dinde şu doğrudur şu yanlıştır; (kişilerden bağımsız olarak) şu küfürdür, şu bid’attır, şu hevaya uymaktır, diyebileceğimiz bir mekanizma olacak mıdır, olmayacak mıdır? Herkesin İslam’dan anladığı meşru mu kabul edilecektir? Yoksa küfür, bid’at, dalalet, heva kavramlarını kullanmadan sadece hatalı oldukları mı belirtilecektir? Hatalı dediğimiz kimse asıl sen hatalısın dediğinde hakem kim olacaktır? Bu durumda şu İslami bir hükümdür nasıl diyebileceğiz? Benim içtihatla vardığım değil de şu İslam’ın bir hükmüdür diyebileceğimiz bir hüküm olacak mıdır?
Bu kavramları yok saymadan, üzerinde düşünmek gerek. Bugünün sorunlarından kurtulmak için üzerimizden yük atar gibi bu kavramları atmamak lazım. Ama tabii çok da dikkatli olmak gerekiyor. Bu kavramlar gelişi güzel kullanılırsa, ehil olmayanlar kullanırsa tabii ki, bu kavramlar örselenir, yıpranır; bu sefer de kimseye bir şey anlatmak mümkün olmaz. Nitekim böyle de oluyor. Burada şu kadarını söyleyebilirim: Kişileri hedef almadan, işin uzmanları elbette bir söz ve eylemin dinde ne değer ifade ettiğini belirlemeye çalışacaktır, çalışmalıdır. Hata ile bid’at aynı şey değildir; hata ile dalalet aynı şey değildir. Biz dahi tezleri okuduğumuzda nokta, virgül, şapka, kesme gibi yerlerle kaynak çarpıtma ve intihal gibi hususları aynı kabul ediyor muyuz? Aynı tepkiyi veriyor muyuz? Burada vermiyorsak dinde de ortaya konulan söz ve eylemler sadece hata ve yanlış olarak değerlendirilmez. Hata ve yanlış bir yerde içtihat varsa söz konusu olur. Namaz duadır demek sadece hata mıdır?
Namaz iki rekat farzdır, gerisi nafiledir demek sadece hata mıdır?
Hutbe, emevi uydurmasıdır demek sadece hata mıdır?
Ebu Hureyre yalaka, ikiyüzlüdür demek sadece hata mıdır?Ashap, sahtekardır, onlardan her şey beklenir demek sadece hata mıdır?Kader iman esası değildir, şefaat diye bir şey yok demek sadece hata mıdır?
Reenkarnasyona inanmak sadece hata mıdır?
Başörtüsü farz değil, kadınların kolları açık olabilir demek sadece hata mıdır?
Zina, parayla yapılan fuhuştur demek sadece hata mıdır?
Bize Kur’an yeter, hadisler emevi uydurmasıdır demek sadece hata mıdır?
Örnekler artırılabilir. Demek ki, hata diyeceklerimiz var, bir de daha fazlasını diyeceğimiz konular var. İctihadın olmadığı, artı ictihadın usulüne uygun yapılmadığı yerlerde ortaya konulan sapkın hükümler aynen tezlerdeki çarpıtma ve intihal gibi değerlendirilmeli ve öylece tepki verilmelidir. Aksi takdirde din laçkalaşır, bir zaman sonra din, din olmaktan çıkar diye düşünüyorum.
Bunu bir kenara koyup asıl meselemize dönersek o da “ehl-i sünnet eşittir İslamdır” diyen görüştür. Bu görüşleri yer yer çeşitli gruplarda tartışıyoruz. Ben bunun yanlış olduğunu, ehl-i sünnetin İslam’ın en güzel temsili, en güzel yorumu, en güzel usulü olabileceğini, ama İslam’ın kendisi olamayacağını söylüyorum. Buna bile tahammül edemeyen ehl-i sünnet mensupları var! İlla da ehl-i sünnet eşittir İslam olmalıdır. Bu noktada en temel algı şudur: Ehl-i sünnet İslam değilse biz İslam neye diyeceğiz o zaman? Fırkay-i naciye hadisi de bunu destekliyordu. Akaid kitaplarında ehl-i sünnet, ehlu’l-hak olarak tabir ediliyordu. Hak, İslam’ın kendisiydi.
Hulasa bir taraf ehl-i sünneti hiç tanımamak istiyor, ehl-i sünnet olmasın, sadece Müslümanlık olsun istiyor, hatta bid’at/dalalet kelimelerini kullanmayalım, diyor. Öbür taraf ise ehl-i sünnet, İslam’la özdeştir diyerek ehl-i sünnetle İslam’ı eşitliyor.Kısaca bu tartışmalarda şunları dile getirmeye çalıştım:1. Ehl-i sünnetin zıttı ehl-i bidattır. Ehl-i sünnet İslam’ın kendisi olsaydı zıttı ehl-i bidat değil ehl-i küfür olurdu.
2. Ehl-i sünnet demek, sünnetin kendisi olmak değil, kendini sünnete nispet etmek demektir. “Ehl” kelimesi bu manadadır. Bir sünnet var, bir de onun “ehl”i var. “Ehl”, sünnetin kendisi değildir, yani biz sünnetin kendisi değil, sünnetin ehliyiz, kendimizi ona nispet edenleriz, ona mensup olanlarız. Ehlu’l-beyt, beytin kendisi değil, beyte mensup olanlardır. Ehlu’l-hadis, hadisin kendisi değil, hadisle ilgilenen, meşgalesi hadis olanlardır. “Falan kimse ehl-i sünnettendir” denildiğinde bundan kastedilen şudur: O kişi, övülen, sahih/doğru yola mensup olanlardandır.
3. Ehl-i sünnet; selef, Eş’arî ve Maturidî olarak üç ekole ayrılır. Ehl-i sünnet İslam’ın kendisi olsaydı üç ekol değil, tek ekol olurdu. Ehl-i sünnet tabir ve kullanımı Eş’arî ve Maturidî ile birlikte yaygınlık kazanmış ve ma’ruf olmuştur. Eş’arî ve Maturidî’den önce ashabu’l-hadis/ehlu’l-hadis vardı ve ehl-i sünneti genelde bunlar temsil ediyordu. Eş’arî ve Maturidî’den sonra ehl-i sünneti bunlar temsil eder olmuştur. Oysa her iki kesim de ehl-i sünnet olmakla birlikte yöntemleri farklıydı. Ashabu’l-hadis, fazla te’vil taraftarı değildi. Ama diğer ehl-i sünnet te’vil taraftarı idi. Bazen bu iki ehl-i sünnet arasında sert tartışmalar da yaşanabiliyordu. Eğer ehl-i sünnet İslam’ın kendisi olsaydı, hangisi İslam sorusu mukadder olacaktır. Aynı şekilde fıkıhta da dört ehl-i sünnet mezhep var. Hatta daha fazlası da var, ancak bugüne kadar kurumsallaşıp gelebilen dört tanesidir. Ehl-i sünnet İslam’ın kendisi olsaydı dört değil bir mezhep olurdu.
4. Hak tabiri burada İslam anlamında değildir. Kur’an’da hak, islam anlamındadır. zıttı batıl da İslam dışı demektir. Ancak burada ve “dört hak mezhep” tabirinde kullanılan hak islam demek değildir. Burada hak, dini anlamda değil daha çok sosyolojik anlamdadır. Müslümanları bir arada tutmak ve hukuk anarşisine engel olmak içindir. Aksi takdirde, örneğin, dört hak mezhep kurumsallaşmadan önce de büyük alimlerin temsil ettiği mezhepler vardı. Evzai, Süfyan, Leys, İshak gibi. Ancak bunlar çeşitli sebeplerle gelişememişlerdir. Şimdi bunlar islam dışı mı sayılacaktır?
5. İslam ile İslamî olanı, din ile dinî olanı karıştırmamak gerekiyor. Bir yerde farklı anlayışlar, farklı içtihatlar varsa orada İslam’ın kendisi değil İslami anlayışlar vardır. Örneğin namazın farziyeti İslam’dır. Ancak namazla ilgili içtihatlar islami olandır. Ezan İslam’dır. Ama ezanla ilgili içtihatlar islami olandır. Bu mesele anlaşılırsa islam’ın kendisiyle İslami olan çok rahat kavranır.
6. Bu arada denilebilir ki, hadis bile İslam’ın kendisi değildir. İyice anlaşılsın diye söylüyorum: Hadis peygamberimize bir isnattır. Hadisin içinde uydurma var, zayıf var, illetli var, hatalı var vs. Hadisi bizzat İslam kabul etmek, hadisteki kusurları Peygamberimize yüklemek demektir. Hadis ancak araştırılmak üzere bizim için delildir. Bir hadisin sahih olması da içtihattır. Dolayısıyla sahih hadis İslam’ı değil, İslamî olanı temsil etmektedir.
7. Son olarak; fırkay-i naciye hadisiyle ilgili tartışmaları bir yana koyarsak, bu hadis dahi, İslam’ın en güzel temsilinin Ehl-i sünnet olduğunu gösterir, ehl-i sünnetin İslam’ın kendisi olduğunu değil. Çünkü -farklı lafızlar olmakla birlikte- hadiste “benim ve ashabımın yoluna uyanlar” ifadesi geçmektedir. Biz bu yolun kendisi miyiz yoksa kendimizi bu yola nispet mi ediyoruz? Bu yolun kendisi olmadığımız açıktır. O halde biz kendimizi bu yola nispet ediyoruz. Elbette başkaları da kendilerini bu yola nispet eder. O zaman da bu nispetin sıhhati, yani hangi usulle gerçekleştiğine bakılır. İşte bu durumda ehl-i sünnetin bu yolu en güzel temsil ettiği görülür. Sağlıklı ve sağlam bir usulle İslam’ı anlamak ve yorumlamak bu demektir. Bu durum bir Müslümanın kendisini İslam’a nispet etmesine benzer. Müslümanın kendisi İslam olamaz. Müslüman en fazla İslam’ı temsil ettiğini söyleyebilir. O zaman da bu temsilin nasıl gerçekleştiğine bakılır. İşte bu da sağlıklı ve sağlam bir usulün olmasını gerektirir.
Bir de Tahavî’nin, akidesine girişte yazdığı bir cümle var. Der ki: “Bu, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed gibi müslüman alimlerin mezhebi üzere Ehl-i sünnet itikadının beyanıdır.” Bu tam da anlatmak istediğim şeyi ifade ediyor aslında. Buradan Ahmed b. Hanbel vs. gibi alimlerin mezhebi üzere Ehl-i sünnet itikadının beyan edilebileceği sonucu çıkıyor. Nitekim Ahmed b. Hanbel bu meyanda Kitabu’s-sünne de yazmıştır. Detayları uzun, ancak bu sözün devamında gelen cümleler dikkate alınarak yine de bir uzlaşı sağlayamadık.
Bütün bunları söylememize rağmen ya biz meseleyi anlatamamışızdır ya da başkaları anlamak istememiştir.
İlk Yorumu Siz Yapın