Hemen aklınıza neden “inanıp düşünerek veya düşünüp inanarak ya da yaşayarak olmasın” şeklinde üçüncü bir alternatif gelebilir. Benim burada maksadım biraz farklı. Onu anlatmaya çalışacağım.
Müslümanlar, Hicaz’dan çıkıp zaman içerisinde çeşitli kültürlerle karşılaştı. Özellikle Yunan kültürüyle… Aristo’yla, Eflatun’la karşılaşıldı. Tabii sadece bunlar değil… Hemen şunu soralım: Bu noktada müslümanlar safiyetlerini koruyabildi mi? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Safiyetlerini korumaları gerekli mi idi? Her iki soru da cevaplarını dayatmaktadır. İlk soruya verilebilecek “korudu” veya “koruyamadı” şeklindeki cevaplar sıkıntılı olacaktır. İkinci soruya verilecek “gerekliydi” veya “gerekli değildi” şeklindeki cevaplar da aynı sıkıntılı durumu ifade eder. O zaman sorular yanlış olunca cevaplar da yanlış olacaktır. Şöyle de denilebilir: Aslında sorular yanlış değil, ancak cevabı “var” veya “yok”a indirgemek yanlıştır. Soruyu daha da açarak cevaplamak gerekir. Biz de buna dayanarak meseleyi biraz açmak istiyoruz.
Hz. Peygamber zamanında vahiy iniyordu. Din, bu vahiy çerçevesinde yaşanıyordu. Kur’an vardı, sünnet vardı. Hz. Peygamber bu dinin nasıl yaşanacağını gösteriyor, beyan ediyordu. Vahyi anlamak için bir usule, bir teoriye gerek yoktu. Bu zaman diliminde bir tartışma, bir ihtilaf, dini anlama konusunda bir sıkıntı da bilinmemektedir. Bu da gayet doğaldır. Zira Hz. Peygamber hayattadır. Hz. Peygamber’den sonra Kur’an ve sünnetin yanına re’y eklenmiştir. Re’yin eklenmesinin ipuçları şüphesiz Hz. Peygamber’in örnekliğinde vardır. Hz. Peygamber, re’yi de kıyası da öğretmiştir. Ama sistematik anlamda bir re’y veya kıyas kullanımı değildir. Sahabe döneminde re’y vardır ve bu re’yin içine kıyas da, maslahat da dahildir. Kısaca bu ictihaddır, ancak sonradan gelişen ictihadın karmaşık yapısı, sistematize olmuş hali sahabe döneminde yoktu, re’y daha basit, daha kolay kullanılan bir yöntemdi. Bu dönemde ilk kelamî tartışmanın ortaya çıktığı büyük günah meselesine kadar pek sorun yaşanmadı. Sorun yaşanmadı derken kastedilen kelamî bir sorun yaşanmadı. Elbette fıkhî sorunlar da siyasî sorunlar da vardı. Bu sorunlar mahiyet olarak daha sonra ortaya çıkan kelamî, aklî mülahazaları gerektirmiyordu. Yani nasların iç tutarlılığını sağlama anlamında aklî yürütmelere ihtiyaç duyulmuyordu. Ortaya çıkan fıkhî/amelî sorunlar, doğal bir şekilde şura yoluyla ele alınıyor ve maslahat dikkate alınarak çözüme kavuşturuluyordu. En göze çarpan örnek olay olarak Hz. Ömer’in ictihadlarını hatırlayalım. Ama h. 2. asrın başlarında fıkhî sorunlar ciddi şekilde birikmiş, bu da bunları çözmek için bir usul gerektirmiştir. Sadece re’y ile çözüm yeterli olmamıştır. Ya da şöyle diyelim: Re’yin alanı ciddi şekilde genişlemiştir. Haber-i vahid sorunu ortaya çıkmıştır. Haber-i vahidin Kur’an ile karşılaştırılması ciddi bir sorun; sahabe kavilleri ayrı bir sorun olmuştur. Kıyas ve maslahat gibi deliller önemli tartışmalara kaynaklık etmiştir. Bütün bunlara bir usul içinde cevap verilmeliydi. İşte burada farklı bakışlar, farklı usuller ortaya çıkmıştır.
Burada bir noktaya dikkat çekmek isterim: Bir yerde sistemli bir usul varsa, sistemli bir düşünce, sistemli bir akıl yürütme var demektir. Sistemli akıl yürütme, teorileştirme anlamına gelir ki, bu, usulî ve kelamî bir bakışı gerektirir. Hem usul-i fıkıh hem de kelam sistemli bir düşüncedir. Sistemli bir düşünce için fotoğrafın bütününü görmek gerekir. Fotoğrafın tümünü görebilmek için de olan bitenin tamamlanması lazımdır. Olan devam ediyorsa orada teori/usul geliştirmek zordur. Çünkü sen işin içindesindir. Olan henüz bitmemiştir. Fotoğrafın tümü görülmemiştir. Ashap döneminde teori/usul yoktur. Elbette düşünce vardır, elbette akıl yürütme vardır. Ama bu düşünce tikel olarak parçaları bütünleştiren sistemli bir düşünce değildir. Sistematize etmek yoktur burada. Çünkü ashap “olay”ın içindedir. Önlerinde “olay” birikmemiştir. Bu “olay”ın tümünü görme imkanları da yoktur. Ancak sonraki nesillerin önünde ise devasa bir birikim vardır. Bu birikim hemen önlerindedir. Bu birikim olup bitendir. Bu birikim her yönüyle bütünsellik arzeder. Yani tek tek olaylar, meseleler bir bütün haline, tabir-i caizse bir yığın haline gelmiştir. Ancak bu bütünsellik sistemli değildir. Sistematik değildir. Bu birikimin bir sisteme kavuşması için akıl yürütmeye, düşünceye ihtiyaç vardır. İşte bu sistemli düşünceye usul-i fıkıh ve kelam diyoruz. Mesela ashabın kendisi fetva vermiş, ictihad etmiş, kıyas yapmış, icma etmiş, ihtilaf etmiştir. Ancak ashap için bunların sistemli tartışılması söz konusu değildir. Zira ashap “olay”ın içindedir. Sonraki nesiller için ise olay tamamlanmış, ashabın yapıp ettikleri sistemli olarak düşünülmeye başlanmıştır. “Sahabe kavli” halledilmesi gereken başlı başına bir konudur. Sahabenin amelinin haber-i vahidle çelişmesi ciddi bir meseledir. O zaman bunların halli için usulî, kelamî bir bakışaçısına ihtiyaç vardır. Teoriye ihtiyaç vardır. Yine sahabenin bir mesele hakkında icması çok önemli sonuçları olan bir konudur. Sahabe istişare eder, ittifak ederek karar alırdı. Ancak sahabenin icması bir sorun olarak bulunmuyordu. Ancak olay tamamlanıp bu durum sonraki kuşağa aktarıldığında bu kuşak fotoğrafı daha net görebildi ve fotoğrafı sistemleştirme ihtiyacı duydu. Böylece usuller, teoriler ortaya çıktı. Bu, kaçınılmaz bir durumdur.
Devam edelim: Siyasî sorunlar da bundan farklı değildi. Çoğu siyasî mesele sonradan kelamî soruna dönüşmüştür. Siyasî sorun olarak mesela Hz. Peygamber’in vefatıyla başlayan “kim halife olacak?” sorunu böyleydi. Yani bu ancak pratik bir sorundu, kelamî sorun değildi. Ne zaman kelamî sorun oldu? Halife kim değil, nasıl biri olacak diye sorulduğunda ve masum imam anlayışı ileri sürüldüğünde mesele kelamî bir boyut kazandı. Hilafet ile ilgili naslar belirli teoriler çerçevesinde anlaşıldı. Ehl-i sünnet, seçimi; şia tayini kabul etti. Bundan sonra ehl-i sünnet seçime aykırı gibi gelecek nasları te’vil etti. Şia seçimi ispat eden olayları hile olarak yorumladı. O zaman naslar saf haliyle kalmadı. Deliller ışığında belirlenen kuramlara göre anlaşıldı.
Büyük günah meselesi de böyledir. Büyük günah işleyenin ahiretteki durumu kelamî bir sorun olarak tartışılmadı. Ne zamanki soru ortaya atıldı, “Sıffın’a katılanların ahiretteki durumu ne olacak?” dendi, kelamî tartışma da başladı. Önümüzde her iki grubu destekleyen ayet ve hadisler vardı. Naslar durduğu yerde öylece durmuyordu. Naslardan direkt alacağımız şeyler gittikçe zayıflıyordu. Çünkü birbirine aykırı pek çok nas vardı. Yine kapalı, müşkil ve müteşabih diyebileceğimiz pek çok nas da vardı. O zaman nasıl tavır takınılacaktı? Bu naslar bir süzgeçten geçmek zorundaydı. İman edilen naslar, süzgeçten geçtikten sonra bilgiye dönüşüyordu. Bu bilgi de iman konusu haline geliyordu.
İnsan fiilleri ve kader konusu da böyleydi. Birbiriyle çelişen naslar vardı. Akıl da işin içine girince çelişiklik bir kat daha artıyordu. O zaman naslar karşısında nasıl bir tavır takınılacaktı? Naslar akıl süzgecinden geçmek zorundaydı. Sırf akıl söz konusu değildi, ama akıl süzgecinden geçmeden de nasların kendisi tatmin edici bulunmuyordu. Her bir grup kendi metodunu ortaya koydu. Ve artık nasları bu metod içerisinde anlamaya çalıştı. Mesela Allah halık, insan kâsib diyen ilgili her ayeti bu çerçevede yorumladı. İnsan halık diyen de aynı şekilde ilgili ayetleri bu önkabul çerçevesinde te’vil etti.
Allah’ın sıfatları da böyleydi, ahiret ahvali de; yöneticiye karşı tavır da böyleydi, ashaba karşı tutum da… Artık önkabuller belirlendi, metodlar ortaya kondu. Bunlar çerçevesinde nas ve tarih yorumlandı.
Fıkıhta da aynı şey söz konusu idi. Hz. Peygamber zamanında namazın farziyeti tartışma konusu değildi. Namaz kılınıyordu. Ancak farzın farziyetinin nasıl olacağı tartışma konusu olunca, bir takım kaidelerle bu farziyet garanti altına alındı. Emir vucup ifade eder gibi. Bu da yetmedi, icma ile bu garanti sağlamlaştırıldı. Namaz amelî olmasına rağmen Allah’tan gelen bir emir dolayısıyla kılınıyor ve hiçbir şeyi tartışılmıyordu. Bunun gibi çok mesele vardır. Lafzın umumu kat’î midir, zannî midir? Kat’î diyen de zannî diyen de nasları artık kendi zaviyesinden anlayacaktır. Daha genel olarak nassı te’vil böyledir. Nassı te’vil ediyoruz. Neden? Çünkü nas aklın süzgecinden geçmektedir. Akıl bazı ayetleri zahiriyle kabul edememektedir. Onun için te’vile gitmektedir. Te’vile giderken mecaz tartışması ortaya çıkmaktadır. Mecaz var mıdır? Te’vile gidilirken aşırılıklar ortaya çıkıyor. Bu sefer te’vilin kuralları olmalı mıdır, tartışması yapılıyor. Bütün bu alanlarda teoriler geliştiriliyor. Artık naslar bu teoriler çerçevesinde değerlendiriliyor. O halde nas durduğu yerde göründüğü gibi değildir. Bu umumun kat’îliği zanniliği de nerden çıktı? Te’vil de neyin nesi, niye te’vil yapıyoruz, zahirle niçin yetinmiyoruz? Allah Resulu zamanında böyle tartışmalar var mıydı? gibi sorular artık boşuna bir çabadan ibaret olmaktadır veya aklı tatmin edememektedir. Allah’ın sıfatlarıyla ilgili pek çok nas durduğu gibi değildir artık. Yani herkesin çok rahat anlayabileceği açıklıkta değildir. Sıfatlara hangi usul veya teori açısından baktığın önemli olacaktır. Ya sıfatlar, Allah’ın zatıyla kaim olacaktır, yani zatı dışında sıfat olmayacaktır ya da sıfatlar Allah’ın ne zatının aynı ne de gayrı olacaktır. Bir başka açıdan Allah ne aşkın ne içkin olacaktır veya Allah hem aşkın hem de içkin olacaktır. Belirlediğiniz çerçeve nasları anlamanızı şekillendirecektir. Ve bu çerçeveden naslar arası ilişkiler kuracaksınız. Mesela Allah’ın gökte olduğunu ifade eden bir nasla karşılaşırsanız veya Allah’in insana benzeyen sıfatlarını görürseniz teoriniz ne ise nassı ona uygun olarak anlayacak veya te’vil edeceksiniz. İşte tenzih, teşbih, tecsim vb. teoriler böyledir. Çerçevenin belirlenmesi ise dil ve akıl çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dil teorileri önemlidir. Bunun kadar da akıl yürütmenin esasları önemlidir. Bunların dışında duyulara, masum imama veya ilhama, yaşayarak tecrübe etmeye ya da bunların harmanlanması, sentezlenmesi veya dengelenmesine dair teoriler de vardır.
O halde denilebilir ki, ne zaman farklı kültürler ile karşılaşıldı, müslümanlar farklı düşünmeye başladı, herşey konuşulur oldu. Bir açıdan iman konusu olan namaz sonradan bilginin de konusu oldu. Düşüncenin, aklî değerlendirmenin süzgecinden geçmeden namazla ilgili bir yargıya varmak mümkün olmadı. İşte bunun için ilimler doğdu. Usul-i fıkıh doğdu, fıkıh doğdu, kelam doğdu, tasavvuf doğdu, hadis, tefsir ve dil ilimleri doğdu. Bilgi teorisi doğdu, haber teorisi doğdu. Delil teorisi doğdu. Ve bir bilgi, haber ve delil kuramı olmadan nasları anlamak imkansız hale geldi. Bu durumda müslümanlar, bu ilimler ve bunların kuralları, önermeleri çerçevesinden naslara bakmaya başladı. Naslar durduğu yerde göründüğü gibi değildi. Her metod sahibi, bir yerden bakıp nassı anlamlandırmaya çalışıyordu. O zaman baştaki soruyu tekrar soralım: Naslar baştaki safiyetlerini koruyabildi mi? Şöyle de sorulabilir: Nasların baştaki safiyetlerini koruması gerekiyor muydu?
Naslar durduğu yerde duruyordu. Yerleri değişmiyordu, ama anlamları değişmeye başladı. Bu durumda nerden baktığınıza bağlı olarak yaşanan bu süreci iyi ve kötü olarak değerlendirmek mümkündür:
Selefilik, yaşanan süreci bir bozulma olarak görür. İslam’ın saf hali Hicaz’da yaşandı, İslam’ın saf hali selef döneminde yaşandı. Selefin yapmadığı herşey bid’attir. Başka kültür, medeniyet, tartışma veya gelişmeler bizi ilgilendirmez. Bir medeniyet sadece kendi kaynaklarına dayanıyorsa, saf ve katışıksız ise özgündür ve güçlüdür. İslam da Kur’an ve sünnetten kaynaklanan saf ve katışıksız bir dindir.
Çoğunluğun kabul ettiği yaklaşım bu sürecin doğal olduğudur. Farklı kültürlerle karşılaşılabilir, onlarla etkileşim içine girilebilir. Bunu engellemek de mümkün değildir. Önemli olan sabitelerimizi tespit edip muhafaza etmektir. Kimliğimizi kaybetmemektir. Dünya tarihinin bir vakıası olarak medeniyetler etkileşim yoluyla güçlü olmuşlardır. Bir din olarak İslam da bunun dışında değildir. Din olarak İslam medeniyet olarak İslam olmuşsa bu tamamen etkileşimler sayesindedir. Bu etkileşimler olumsuz değil, olması gereken bir şeydir.
Tarih de bir vakıa olarak etkileşimin olduğunu ortaya koymuştur. O halde medeniyet olarak İslam, ilimler tarihi olarak İslam hep gelişmiş, büyümüş, hareket halinde olmuş, dışındaki unsurları bünyesine katmış, bu unsurları tabir-i caizse kimyevî değişime uğratarak kendine benzetmiştir. Eğer vakıa böyleyse İslam nedir? sorusuna cevap aramak durumu ortaya çıkmıştır. Eğer bir medeniyet olarak İslam, Hz. Peygamber dönemindeki saflığını korumak zorunda değilse İslam nedir? sorusuna nasıl cevap verilecektir? Buna göre İslam Hz. Peygamber döneminde yaşanan dindir, bu dönem dışında ona eklenenler İslam’dan sayılmaz, denildiğinde ictihaddan kaynaklanan dinamiklik ciddi sekteye uğramış olacaktır.
Burada ilginç olan şudur: Biz ne kadar İslam’ın saflığını, İslam’ın Kur’an ve sünnetten ibaret olduğunu, sahih İslam’a ulaşmak için Kur’an ve sünnete dönmek gerektiğini söylesek dahi böyle bir şey ütopyadan başka bir şey olmayacaktır. Kur’an ve sünnet köklerine bağlı olarak bir medeniyet olarak İslam gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu medeniyeti, bu geleneği atlayarak “İslam budur” demek ne kadar mümkün olacaktır? “İslam budur” demek tüm görüşleri tek bir görüşe indirgemek demektir. Bu ise mümkün değildir. Sadece aklen değil, bir vakıa olarak da mümkün değildir. Hatta “İslam budur” dediğimizde dahi bu da ayrı bir görüş olarak değerlendirilecektir. Yani “İslam budur” demek de İslam’ın kendisi değil, bir yorumu, bir algılanış biçimi olacaktır. İşte bu durum bize saf haliyle İslam’ın olmadığını, olması gerekmediğini, olsa bunun İslam’ın aleyhine olacağını göstermektedir. Yine İslam’ın bir düşünce olarak, bir medeniyet, bir teori, bir metod olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Burada vurgulamak gerekir: İslam, bir düşünce değildir, İslam bir teori değildir. Zira İslam köken itibariyle ilahîdir, vahye dayalıdır. Ama bir vakıa olarak tarihteki yürüyüşü itibariyle etkileşim kaçınılmazdır ve etkileşim söz konusu olduğunda artık bir düşünce ile, bir teori, usul ile İslam hayat bulmaktadır. Aslında bu dediğimizi “İslam düşüncesi” ve “müslüman düşüncesi” ifadelerini kullanmadaki gerilim izah etmektedir. “İslam düşüncesi” denildiğinde genelde buna karşı çıkılır. Zira İslam bir “düşünce” değildir. Denilecekse “müslüman düşüncesi” denilmelidir. Doğrudur. Ancak unutulan şudur: “Müslüman düşüncesi” dışında kalan bir alan var mıdır? Göründüğü kadar yoktur. Varsa bile bu gerçekten azdır ve onu konuşmaya gerek bile yoktur. “İslam düşüncesi” olmaz diyenler “müslüman düşüncesi”ne alan açmış oluyorlar mı? “Müslüman düşüncesi”ne alan açmıyorlar ise, bu durumda “İslam”ın kendisini mi temsil ettiklerini düşünüyorlar? Bu söylediklerimiz bir umutsuzluk değil, ne yaptığımızı bilelim diyedir. Yoksa her önüne gelen “benim düşüncem şöyle, bana göre böyle” desin demek değildir. “Düşünce”den bahsediyoruz. “Düşünce”, konuşmak, lakırdı yapmak değil, sistemli, usulî, tutarlı eylemde bulunmaktır. Diğer taraftan “müslüman düşüncesi” diyoruz. Bu nokta önemlidir. Ortada “müslüman”dan bahsediyorsak, bu zat, temel kaynaklardan beslenmek zorundadır. Zemini İslam olmak zorundadır. Yoksa “müslüman” değil, “Batı”, “Yahudi”, “Hristiyan”, “Çin” “Hind” düşüncesinden bahsediyor oluruz. “İslam düşüncesi” ile ilgili dediğimizi “İslam kültürü” tabiri için de söyleyebiliriz. İslam bir kültür değildir, evet ama İslam bir kültür içinde doğar, başka kültürlerle karşılaşır, böylece harmanlanır, yaşar, gider. Bu durumda İslam bir kültür değildir, evet ama kültürler de İslam değildir. Bugün yapılan en büyük yanlışlardan biri kültürü İslam yerine ikame etmek ve değişmezliğini savunmaktır.
Şimdi tekrar soralım: O halde buna göre tüm etkileşimlerden bağımsız olarak “İslam budur” diyebileceğimiz bir yargımız olacak mıdır yoksa ehl-i sünnet zaviyesinden, hatta ehl-i sünnetin içinde Eş’arî, Maturidî veya Hanefî, Şafiî zaviyesinden, mutezile, şia vs. zaviyesinden “İslam budur” mu denilecektir? Elbette yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere “İslam budur” diye bir şey yoktur! Dediğim gibi bunu bir ümitsizlik bağlamında söylemiyorum. Bu bir vakıadır ve olması gereken bir şeydir. Çeşitli usuller çerçevesinde İslam’ı anlamaya çalışmayı bir zenginlik saymamız gerekir. Bu durum, bakışımızı da zenginleştiriyor, ufkumuzu açıyor, hareket alanımızı genişletiyor. Korkmamak lazım. Çünkü hiçbir din mensubununda olmayan iki büyük nimet bizde vardır: Sapasağlam/tahrifsiz bize kadar gelen/kesin Kur’an ve (bir kısmı zanni de olsa) sünnet (uygulama). Saf, temiz ve sağlam kalması gereken bunlardır, öyle de olmuştur. “İslam budur” diyemeyişimiz kendi anladığımız İslam’ı mutlaklaştırmamak ve başkalarına dayatmamak içindir. Bununla beraber İslam anlayışlarımız ne kadar bize ait, yani bizim düşüncemize ait olsa da kalkış noktası Kur’an ve sünnet olmak zorundadır. Zaten bu düşüncelere İslam rengini veren de bu kalkış noktasıdır. Yalnız bitmiyor. “İslam budur” diyemeyeceksek, diğer bir ifadeyle ehl-i sünnet, mutezile veya şia vs. açısından “İslam budur” olacaksa şu sorular kaçınılmazdır: İslam’ın herkesin kabul edebileceği bir temsili söz konusu değil midir? İslam sahih bir şekilde temsil edilecekse bu tür bakış ve usullerin hepsini aynı derecede makbul addedebilir miyiz? O zaman hangi zaviye İslam’ı temsil etmektedir? Her İslam anlayışı makbul ve doğru mudur? Her İslam anlayışı doğrulukta eşit midir? İslam adına “doğru”larımız olacak mı, olmayacak mı? Birini diğerine tercih edeceğimiz ve sahih olanı budur diyebileceğimiz bir durum yok mudur? İşte bu noktada geriye mezkur zaviye, bakışaçısı ve metodların deliller çerçevesinde meşruluklarının sorgulanması kalmaktadır. Bu hem aklen hem de naklen sorgulamada başarılı olan, başka bir ifadeyle vakıa ile mutabık olan teori İslam’ın en güzel temsilcisi olacaktır.
Öyleyse şu genel soruyu sormamız gerekir: İslam Hicaz’dan mı ibaret olacak yoksa yeni şehirler kurma kudretini gösterecek mi? İslam Hicaz’a döndürülerek mi hayatiyet kazanacak yoksa yolda karşılaşılan yenilikleri kendi bünyesine katarak mı diri olacak?
Son söz: Hz. Peygamber döneminde vahiy vardı. Vahyi beyan eden bir Örnek vardı. Bilgiden ziyade iman esastı: “İşittik ve itaat ettik.” Ancak köprünün altından epey sular akınca itaat, belli aşamalardan sonra gerçekleşmektedir. Yani akıl yürütmelerle nasların iç tutarlığı sağlandıktan sonra inanç ve amel konu olmaktadır. “İşittik ama…” anlayışı ortaya çıkmıştır. Buradaki “ama” bir itiraz değil, sadece aklı tatmin etmek için ifade edilen bir sözdür. İşte aklı tatmin etmek veya nasları aklın süzgecinden geçirerek anlamak için çeşitli ilimler geliştirilmiştir. İşte tam da bu noktada Gazalî ve diğer kelamcıların şu sözü hatırlanmalıdır: “Naklin doğruluğu ancak akılla bilinir.” Bu ifadeyle kelamcılar sadece “işittik ve itaat ettik” dememişler ve işittiklerini aklın çalışma prensipleri ışığında harmanlayarak itaat etmişlerdir. “İşittik ve itaat ettik” muhtemelen en kamil anlamda ashap için geçerlidir. Burada “ne yani bizim için geçerli değil mi? Kur’an evrensel değil mi?” şeklinde sorular akla gelebilir, ama bu sorular gereksizdir. Zira burada itaat edilmemesi gibi bir durum yoktur. İtaat edilmesi istenen şeyin önce anlaşılması gerekmektedir. Ondan sonra itaat söz konusudur. Ama ashap için “önce anlaşılması, bir usul çerçevesinde Kur’an’a bakılması” gibi bir durum söz konusu değildi. Bu tıpkı mütevatir-ahad ayrımına benzer. Ashap için böyle bir ayırımın anlamı yoktur. Hz. Peygamber’i bizzat işitmektedirler. Ama sonraki kuşaklar için bu ayırım oldukça anlamlıdır. Ve bu ayırım ışığında hükümler bir anlam kazanmaktadır.
Bu çerçevede denilebilir ki, imanın bilgiye dönüşmesi Kelam’dır (imanın akılla savunulması, kanıtlanması); imanın amele dönüşmesi fıkıhtır; imanın ontolojiye dönüşmesi tasavvuftur (imanın içsel olarak tecrübe edilmesi); imanın yerine bilginin geçmesi ise felsefedir (düşüncenin inancın yerini alması; inancın sembolik bir değer ifade etmesi) Bu son durum eğer böyleyse, yani felsefe imanın yerini almak istiyorsa kabul edilebilecek bir şey değildir. Ancak felsefe imanı anlamak, çerçevesini çizmek, onu bir bilgi hiyerarşisine yerleştirmek ve korumak içinse bunun adı yerine göre kelam, yerine göre usul-i fıkıh, yerine göre tasavvuftur. Varsın bunun adı ayrıca felsefe olsun, önemli değil. Bugün itibariyle söylersek bunun adının yerine göre çeşitli aklî, sosyal, fennî bilimler olması da mümkündür. O halde iman ve düşünce, iman ve bilgi, iman ve teori, iman ve kuram birbirine karşıtlık içinde değildir. Düşünce, bilgi, teori ve kuram imanı (vahyi) aşan, geride bırakan, yadsıyan, yok sayan, eriten aklî faaliyet değildir, olması da gerekmez. Düşünce, bilgi, teori ve kuram imanı sürekli yeniden kuran, dinamik kılan, statikleştirmeden hareket halinde tutan aklî bir etkinliktir. Böyle olması da gerekir. Bu durum, korkulacak bir şey değildir. Zira her bir düşünce, bilgi, teori ve kuram sürekli test edilecek, tartışılacak, konuşulacaktır. Bir düşünce sadece düşünce olması; bir kuram sadece kuram olması sayesinde kabul görecek değildir. Bir düşünce veya kuram köklerle uyumu, bozuluş ve çürüyüşü önlemesi, ümmete katkı vermesi ve faydalı olması yönüyle değerli olacak, değer kazanacaktır.
İlk Yorumu Siz Yapın