TAHKİK GÜZEL BİR ŞEYDİR; SİZ DE BU BİLGİLERİ TAHKİK EDİN!
Diyanet’in İslam’a Giriş adlı kitabında Bünyamin Erul imzasıyla “Malik’in 75 kadar hadis ile amel etmediği” ifade edilir. Erul, burada kaynak vermemiştir. Kendi tespiti mi, bir alimden mi nakil yaptığı anlaşılamamıştır. (s. 30 Yenişafak baskısı) Araştırdığımızda bakıyoruz. Bu rakamın sahibi İbn Hazm’dır. Leknevî, bunu et-Ta’liku’l-mümecced adlı Muvatta şerhinde İbn Hazm’ın Meratibu’d-diyane adlı eserinden nakleder. İbn Hazm’ın ifadesi “yetmiş küsür” şeklindedir. (c. 1, s. 90) Leknevî, bu sayıya yönelik bir eleştiri yapmamıştır. Geliyoruz günümüze: Oryantalist Schacht, Medinelilerin (yani Malik’in) uygulama/amel/sahabe kavlinden yana tavır alarak Peygamber Sünnetini sık sık ihmal ettiğini söyler. (Bk. A’zamî, İslam Fıkhı ve Sünnet, s. 103) İnsanın aklına takılıyor: Şayet Malik 75 hadisle amel etmediyse Schacht’ın dediği çok da yanlış sayılmaz. Son olarak A’zamî, Shacht’ın “sık sık ihmal etme” meselesini ele alıp Muvatta’daki hadislerin dökümünü ortaya koyuyor. Şöyle: Peygamber’den gelen sünnetler: 822; Sahabeden gelen sünnetler 613; Tabiundan gelenler: 28554 (Not: Bu da ayrı bir tahkik gerektirir: Tabiundan gelenlerin bu kadar olması mümkün değil. Bu ya 285’dir ya da 554’dür. Baskı hatası olduğu muhakkak; neyse bu konumuz dışı) Malik, 822 Peygamber sünnetinden 3’üyle; 613 sahabe sünnetinden 10’yla amel etmemiştir. Sahabe sünnetini bir tarafa koyarsak Malik merfu olan Peygamber hadislerinden 3’yle amel etmemiştir. A’zamî, burdan yola çıkarak Peygamber sünnetlerinin sık sık ihmal edildiği iddiasına nasıl temel alındığını anlamanın gerçekten zor olduğunu vurgular. (s. 103) Evet, 3 nire, 75 nire!! İbn Hazm neye dayanarak bunu demiş bilemem!! Acaba A’zamî’nin tespitleri sağlıklı mı? Ya buna güveneceğiz ya da güvenmiyorsak kalkıp kendimiz bu tahkiki yapacağız! Ama 3 tespiti varken 75 rakamını kabul etmek mümkün gözükmüyor.
HADİS TETKİKLERİNDE İNCE İŞLER
Dikkatli öğrencilerimiz var. Şükür! Bir öğrencim elinde Harputi’nin Kelam Tarih’yle odama gelir. Kitabın I. Bölümünün başında bir hadis olduğunu söyler. Şöyle: Mecusiler yetmiş fırkaya ayrılmışlar; biri cennette, diğerleri cehennemde; yahudiler yetmiş bir fırkaya; hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışar; biri cennette, diğerleri cehennemde. Hadisin devamı malum. Öğrencim nasıl olur dedi. Mecusilerin, yahudi ve hıristiyanların bir grubunun cennette olması nasıl olur? Dedim ki: Yahudi ve hıristiyanların izahı olur, ama mecusilerin izahı zor. Hz. Musa’nın tabiileri de pek çok fırkaya ayrıldı, Hz. Musa’ya tabii olanlar kurtuldu, diğerleri sapıttı demektir. Ancak bu, Hz. Muhammed (a.s.) gelene kadardır. Ondan sonra kurtuluşun adresi Peygamberimizdir. Ama mecusileri izah zor. Kaynaklara bakalım, dedik. Sadeleştiren hadisin değişik varyantları için bakınız demiş: Ebu Davud, Darimi, İbn Hanbel, Hakim, Acurri, Lalekai’yi kaynak vermiş. İlk üçüne bakabildik. o ilk cümle, yani mecusilerle ilgili cümle yok. Mevlüt Özler’in kitabına baktım. Böyle bir rivayet orda da yok. İnternetten bir araştırma yaptım. sadece bir sitede mecusilerin 73 fırkaya ayrıldığı rivayeti var, ancak kaynağı verilmemiş. Bir de interetteki rivayette lafız, “Mecusilerin bir grubu cennette; diğerleri cehennemde” şeklinde değil. “Hepsi cehennemde” deniliyor. Bu kısa araştırmadan çıkan sonuç şu: Hadisle ilgili konuşurken çok dikkatli olmallıyız, iyi bir araştırma yapmalıyız. Bunu bizzat kendim yer yer yaşıyorum. Hadis alanı çok geniş bir alan. Bütün hadislerden haberdar olmak kolay değil. Ama ne olursa olsun, dikkatli olmak gerek. Bu durumda mecusilerle ilgili bölüm demek ki, hadisin aslında yok. harputi nerden bulmuşsa bulmuş, oraya koymuş. belki de adını bile bilmediğimiz meşhur olmayan bir kitapta böyle bir şey bulmuştur. ancak işin garip tarafı naklettiği bu hadise “sahih senedle geldi” diyor. Harputi, bu hadisin meşhur ve sahih onca tariki varken nerden buldun bu tariki Allah aşkına!! Keşke sadeleştiren de buna dikkat çekseydi! Hayırlısı diyelim.
BU BİLGİLER NE ANLAMA GELİYOR? TAVZİH GEREKİYOR
Burada sizinle iki bilgiyi paylaşmak isitiyorum.
1. Ömer Nasuhi Bilmen, “Soru ve Cevapla Dini Bilgiler” adlı kitabının 41. sayfasında şöyle diyor: “Abdurrrahman b. Mehdi, Hz. Ali’nin fazileti hakkında 70 hadis uydurduğunu itiraf etmiştir.” Bu Abdurrrahman kimdir? İlk bakışta meşhur hadis imamı İbn Mehdi olduğu anlaşılıyor. Bu ise ortada çok ciddi bir yanlış var; değilse burada bir izah yapılmalı. Ancak doğrusu Hz. Ali hakkında hadis uyduran başka bir Abdurrahman b. Mehdi var mı, diye insanın aklına geliyor, ancak hadis tarihinde böyle bir şeyi bilmiyorum.
2. Ebubekir Sifil, Tahavi Şerhinde (s. 230) diyor ki: “Kabir azabı ile kabir sıkıştırmasını karıştırmamak gerekir. Kabir sıkıştırması, bevle dikkat etmemek gibi konulardan dolayı mü’minlerin de yaşayacağı bir şeydir.” Başka da bir şey demiyor. Böyle bir ayırımın sarih bir dayanağı var mıdır? Biz bevlin, gıybetin kabir azabının sebebi olduğunu biliyorduk. Buharî de bunu kabir azabı sadedinde nakletmiştir. (Cenaiz, 88) Muhtemelen kabir sıkıştırması, kabir azabı şekillerinden biridir. Bevl olayını kabrin sıkıştırmasına bağlamak bir delile dayanıyor mu?
NERDEN ÇIKTI BU?
Yazarı önemli değil, deniliyor ki: “Hadis dediğimiz şey ile rivayet dediğimiz şey arasında ayırım yapmak zorundayız. Gazali’nin el-Mustasfa’sında çok sarih bir şekilde ifade ettiği gibi Resulullah’ın sözü onu bizzat dinleyenler için delildir. Ama bize onun sözü onu dinleyenlerin, haber verenlerin lisanı ile gelmiştir. Burada Gazali hadis ile rivayet arasında açık bir ayırım yapmıştır. Zaten en basit hadis usulü kitabına bakıldığında hadisin tarifi yapılırken “ma nüsibe ileyhi, ma uzîfe ileyhi” ifadelerinin altı çizilir. Dolayısıyla her hadis bir izafedir. Eğer zann-i galip kabul edilirse bu hadislerle amel edilir. O halde hadisleri anlarken zannî birer delil olduklarını, bunların yeniden tartışılması gerektiğini bilmemiz gerekir.
Hep birlikte düşünelim:
1. Çağdaş nesilde çeşitli ayrımlar moda olmuştur. Hadis ile sünneti ayırmak bunlardan biridir. Bu ayrı bir bahis elbette… Bir de şimdi hadis ile rivayet ayırımı ortaya çıktı! Neden böyle yapılıyor? Bütünlüğünden öyle anlaşılıyor ki, hadisleri mutlak kabul etmeyelim, zan ifade ettiklerini unutmayalım diye. Peki bu ayırım yapılmasa hadisleri mutlak olarak kabul eden mi var ki? Hadisler muhakkak kesin bilgi ifade eder, diyen mi var? Hadis densin veya rivayet densin tevatür söz konusu değilse bunlar sahih olmak kaydıyla sadece zann-i galip ifade eder. Bu müsellem bir hakikat. o halde neden ayırım yapıyoruz, kafaları karıştırmak için mi?
2. Evet Gazali, hadisin onu dinleyenler için hüccet olduğunu söylüyor. Sonrakilerin durumunu ayırıyor. Raviler aracılığıyla bize ulaştı, diyor. Neden acaba? Araya zan girdi de ondan. Buradan da mütevatir ve ahad ayırımı ortaya çıktı. Bu haberler sonuçları itibariyle aynı değil. Biri kesin bilgi ifade ederken diğeri etmiyor. Ahad hadislerin delil olduğunu da kitabı boyunca ısrarla vurguluyor. Delil ama elbette mütevatir gibi değil. Gazali bu ayrımı yapıyor, ancak hadis ve rivayeti ayırarak bunu yapmıyor. Gazali’nin dediği Hz. Peygamber’i ilk ağızdan dinleyenler ile sonraki kuşak ayırmıdır. Bu ayırmı hangi teknik tabirle izah edeceğiz? Hadis usulunde böyle bir teknik tabir yok. Hadis denilince rivayet rivayet denilince hadis kastedilir.
3. Aslında Gazalî, Sünnet bahsine “Hz. Peygamber’in sözü hüccettir, çünkü diye başlıyor. Çünkü mucize doğru sözlülüğüne delalet etmektedir. Allah ona ittibayı emretmektedir. O hevasından konuşmaz. Vahyin bir kısmı gayr-i metluvdur. (Yeni nesil Gazali’nin bu kabulunden hiç hoşlanmayacaktır!!) Görüldüğü gibi Gazali genel bir giriş yapıyor. Buradan hadislerin sadece ashab için hüccet olduğu çıkar mı? Üç maddeye dikkatlice bakalım. Bunlar bizi ilgilendirmiyor mu? İttiba ile ilgili ayetler sadece ashabı mı ilgilendiriyor? Gazali için böyle bir şey düşünülebilir mi? Hadisleri vahy-i gayr-i metluv kabul eden Gazalî, hadisler sadece ashab için delildir diyebilir mi? Fakat Gazali, bunun ardından şu cümleyi kurar: “Hz. Peygamber’in sözleri kendisini şifahen işitenler için delildir. Bizim durumumuza gelince hadisler raviler yoluyla gelmekte, buradan da tevatür ve ahad meselesi ortaya çıkmaktadır.” Bu ifadeden hadis ve rivayet farkı ortaya çıkar mı? Yoksa Gazali, mütevatir ve ahad meselesine giriş yapmak için mi böyle söylüyor. Demek istiyor ki; Resulullah döneminde mütevatir ve ahaddan bahsetmek abestir. Ancak sonraki nesiller için bundan bahsetmek zorunludur. Olay budur. Bunun hadis ve rivayet farkıyla ilgisi var mı ki!!
4. Yazarın deyişiyle hadis usulunda hadis Hz. Peygamber’e izafe edilen şey olarak tarif ediliyor. Doğru. Zaten aksini düşünen yok. Dikkat edilirse hadis eşittir izafe edilen şey, yani hadis eşittir rivayet. Evet bu sonuç ortaya çıkıyor. O halde neden hadis ve rivayet ayrı şeylerdir diyoruz, neden? Orasını ben de bilmiyorum.
5. Yazara göre zann-i galip oluşursa hadisle amel edilir. Doğrusu da budur. Peki neden bunca izah yapıldı? Herhalde hadis ile rivayetin farklı olduğunu söylemek için. Bunun için miydi, bunca açıklama? Gerek var mıydı? Kendimizi bilimsel tasniflere kaptırıp zorluyor muyuz? Bazıları hadis mi sünnet mi diye soruyor ve aslolan hadis değil sünnettir diyor. Bazıları Nebi Muhammed’e uymak şart değil, Resul Muhamed’e uymak şarttır diyor. Şaşmamak mümkün değil, ama oluyor işte..
SÜNNET-VAHİY İLİŞKİSİ: TAHRİM SURESİ 3. AYET
Burada sünnet-vahiy ilişkisini tartışacak değilim. Yaptığım sünnetin vahiy oluşuna itiraz edenlerin ilmilikten uzak mantalitelerini ortaya koymaktır. Sünnet-vahiy ilişkisini ayrıntılarıyla merak edenler bu konuda yapılmış doktora tezlerine bakabilirler.
Şimdi konuyla ilgili malum Tahrim suresi var. Malumdur ki, Kur’an dışı vahiy olduğuna dair en güçlü delillerden biridir. Prof. Hatipoğlu’nun buna dair bir yaklaşımı bulunuyor. Burada onu değerlendirmek niyetindeyim.
Hatipoğlu hoca diyor ki: “Sünnetin vahiy olduğunu kabul edenlerin Kur’ani delillerinden bir tanesi de Tahrim suresinin 3. ayetidir. Bu ayetin anlamını vermeden önce dilsel bir özellik dikkat çekiyor. Nedir bu? Ayet “ve iz” diye başlıyor. Kur’an bir olayı “iz” ile aktarıyorsa yakın veya uzak geçmişin bir ayetine işaret ediyor.”
Hadi öyle kabul edelim. “İz” edatıyla başlayan ayetler geçmişle ilgili olsun. Buradan hoca nasıl sonuç çıkarıyor? Yani Kur’an’da geleceğe dair Hz. Peygamber’e verilmiş bir gayb bilgisi yoktur. Ancak yaşadığı dönemde bu gayb bilgisini Kur’an ona vermiş olabilir! Evet aynen bunu demek istiyor!! Yoksa ben mi yanlış anlıyorum. Olayı “iz” kelimesine bağlıyor ve onun da geçmişle alakalı olduğunu söylüyor. Olsun, geçmişle alakalı olsun. Geçmişte dahi olsa Allah, Kur’an dışında Hz. Peygamber’e bilgi vermişse, ona bir şekilde Kur’an dışında vahyetti demektir. Bunun geçmiş veya gelecekle alakalı olması o kadar önemli midir? Önemli olan Kur’an dışında bir iletişim olup olmadığı değil midir? Ama hoca geçmiş-gelecek ayırımı yapıyor! Ayrıca geçmiş peygamberlerle ilgili bilgilerin çoğu da “iz” edatıyla başlıyor. Kur’an’da zikredilen geçmiş peygamberlere dair vahiy söz konusudur. Mesela Hz. Musa… Hem ona gönderilen Tevrat’tan bahsedilmekte, hem de Tevrat’la ilgili olmayan bir çok vahiy ifade edilmektedir. Allah bütün bunları “iz” edatıyla naklediyor. Bazen “iz” edatı kullanmıyor, aynı şeyleri naklediyor. Ne olacak şimdi? Tevrat dışındaki iletişimlere vahiy demeyecek miyiz?
Devam edelim:
Hoca bu dilsel izahı yaptıktan sonra ayete meal veriyor. Şöyle ki: “Hani Peygamber eşlerinden birisine (Hafsa’ya, gizli tutması dileğiyle) bir sır söylemişti. (Hafsa) bu sırrı saklamayıp (Aişe’ye) açmış, Allah da bu durumu (Hz. Peygamber’e) bildirmiş, (Hz. peygamber, Allah’tan aldığı bu bilgilerin) bir kısmını (Hafsa’nın) yüzüne vurmuş, (durma şaşıran Hafsa, Hz. Peygamber’e) Bunları sana kim haber verdi? diye sorunca Peygamber’den şu cevabı almıştır: Bana Habir ve Alim olan (Allah) haber verdi”
Hatipoğlu hoca kendisini ilgilendirenin şu iddia olduğunu ifade ediyor: Ayetten çıkarılan zahiri sonuca göre ortada Kur’an’da mevcut olmayan bir ilahi ihbar vardır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e Kur’an dışında da Allah’tan vahiy gönderilmiş olduğunu kabul etmek gerekecektir!
Hatipoğlu hocanın söylediğinin hepsi bu kadar. Oysa iddiayı verdikten sonra insan acaba buna nasıl cevap verecek, ayeti nasıl anlayacak diye bekliyor. Belli ki, iddiayı kabul etmiyor. Ama buna verdiği bir cevap da yok. İşte o zaman akla şu geliyor: Önceden ifade ettiği dilsel açıklama bunun cevabı olmasın?! Bu durumda cevap şöyle oluyor: Ayet geçmişten bahsediyor, gelecekten değil. Şimdi bu cevap oldu mu? Kur’an dışında vahiy kabul etmeyeceksin, ancak iş ayete geldiğinde bunu (kıvırtmak dersem ağır olur herhalde) farklı anlamanın yollarını arayacaksın. Hoca açıkça ayet “geçmişle ilgilidir, ama Kur’an dışında vahiy olduğuna delalet etmiyor” demiyor. Evet demiyor. Dediği şey sadece ayetin geçmişten bahsetmesi… Biz de diyoruz ki: Geçmişten bahsetsin ne olacak yani? Neticede geçmişte vaki bir olay olsa da Kur’an dışında bir vahiy söz konusu olduğuna delalet ediyor. Bu, açık. Zira ortada ilahi bir ihbar var ve bu ihbar Kur’an’da yok! işte bu ayet Kur’an dışında Hz. peygamber’e bilgi verildiğine dair önemli bir tanık. Yoksa yanılıyor muyum?
HADİS TENKİTÇİLİĞİNDE DİKKAT -I-
Prof. Mehmet Sait Hatipoğlu’nun herhalde tanımayan yoktur. Hocaların hocası… Şeyhu’l-muhaddisin… vs. Böyle olsa da Hakkın hatırını en üstte tutmak mecburiyetindeyiz. Malum, hocanın hadislerin vahiy mahsulü olmadığına, yani Hz. Peygamber’in Kur’an dışında vahiy almadığına dair bir düşüncesi var. Yukarıda buna kısmen değindik. Bununla ilgili bir kitap da yazdı. Kitap baştan sona tenkide açık. İnşallah birileri bir tenkit yazar. Ancak burada bir uyarı olsun diye bir hususa işaret etmek istiyorum.
Hoca ilgili kitabının 61. sahifesinde şöyle bir rivayet nakleder: Ebu Cuhayfe adlı bir sahabi, Hz. Ali’ye sorar: “Sizde Allah’ın Kitabı şu Kur’an’da olandan başka vahy var mıdır?” Hz. Ali’nin yeminle verdiği cevap şöyledir: “Hayır, yok!”. Bundan ne anlatılmaya çalışılyor: Demek ki, Kur’an dışında vahiy yoktur, hem vurgulu bir şekilde. Şaşırdım. Kaynağa baktım. Aman Allahım, kaynak Buharî. hayırdır inşallah düşüncesiyle şu kaynağa bir de ben bakayım dedim. baktım. Bir de ne göreyim. Buyrun Buharî’de ilgili rivayetin şekli:
حدثنا محمد بن سلام قال أخبرنا وكيع عن سفيان عن مطرف عن الشعبي عن أبي جحيفة قال قلت لعلي بن أبي طالب هل عندكم كتاب قال لا إلا كتاب الله أو فهم أعطيه رجل مسلم أو ما في هذه الصحيفة قال قلت فما في هذه الصحيفة قال العقل وفكاك الأسير ولا يقتل مسلم بكافر
Dikkat edin: Hz. Ali لا hayır, diyor. doğru, ama ardından hemen الا diyor. Yani hayır, ancak şunlar var. Demek ki, hayır demekle yetinmiyor. Ancak Hatipoğlu hoca burada rivayeti kesiyor. Oldu mu şimdi? Rivayetin devamında özellikle son cümleye dikkat edin: Şu sahifede yazılı olanlar, diyor ve üç örnek veriyor. En azından Hz. Ali, bu üç örneği vahiy olarak değerlendiriyor. Bir de rivayetin bağlamı var. İbn Hacer bunu şöyle aktarıyor: Şiilerden (Ali taraftarları) bir topluluk ehl-i beytin, özellikle Ali’nin yanında diğer insanların bilmediği (mesela halife olması gibi) Hz. Peygamber’in ona tahsis ettiği şeylerin olduğunu iddia ediyordu. Ebu Cuhayfe Ali’ye bunu sormuş, o da şu üç şey dışında bir şey olmadığını vurgulamıştır. Bağlam böyle, rivayet böyle. ama hocamızın çıkarımları yorumları öyle. Ne diyelim: İri laflar etmeyelim. Hele hadis karşıtlığı ateşine biz de odun taşımayalım. Hele hadisçiyim diyenler… Şu mübarek Ramazan’a girerken böyle bir tenkit yapmam iyi mi, oldu bilmiyorum. Hepinize Rabb’imden hayırlı ve bereketli Ramazanlar diliyorum.
Burada bir itiraz ve cevabı da kaydetmek isityorum:
Ahmet İshak Demir: Hocam senin Arapça eklediğin metinde hiç Vahiy kelimesi geçmiyor? Her iki delillendirme de metnin ötesinde. Bu rivayeti Kur’an dışı vahiy konusuyla bir araya getirmek, şenin Hatiboğluna şaşırman kadar, beni de şaşırttı!
Yavuz Köktaş: Ahmet hocam, aman sen şaşırma, bize lazımsın. Yukarıda detaya girmek istemedim. maksadım belliydi. ancak şaşırdığına göre söyliyeyim: Buhari İlim’de, yukarıdaki şekliyle nakledilmiş. Cihad bölümünde ise şu şekilde: هل عندكم شيء من الوحي إلا ما في كتاب الله Diyât bölümünde şöyle: هل عندكم شيء مما ليس في القرآن başka hadis kitaplarında ise: هل علمت شيئا من الوحي Evet, buralarda vahiy kelimesi geçiyor. Mesele anlaşılmıştır sanırım.
Ahmet İshak Demir: Bak şimdi oldu!
HADİS TENKİTÇİLİĞİNDE DİKKAT -II-
Tenkit yapmak güzeldir ama çok dikkat gerektirir. Bin düşünüp bir söylemelidir. Hele kaynak hatası veya okuma-anlama hatası yaparsanız bu durum tenkidinizi atıl hale getirir.
Prof. Mehmet Azimli, “sadece üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i haram, Mescid-i nebevi ve Mescid-i aksa” hadisini, burada Mescid-i aksa geçtiği için eleştirmek ister. Ona göre Kudüs’teki mescidin adı Beytu’l-makdistir. Peki bunun için ne yapar Azimli? Der ki: Buhari’de iki yerde geçer. İkisi de ravi Kazae b. Haruş’tan nakledilir. Azimli, Kazae ile ilgili bilgiler verir ve Kazae’nin Emevi valisi Ziyad’ın kölesi olduğunu belirtir. Ardından der ki: Zehebî, onun sağlam olmadığını, kendisine güvenilmeyen biri olduğunu söylemiştir. Dipnota bakıyoruz: Kaynak Mizanu’l-i’tidal. İyi, güzel. Bir bakalım dedim Mizan’a. Bir de ne göreyim: Mizan’da iki Kazae var. İkisi de zayıf. Azimli herhalde doğru söylüyordur. Aaaa! Azimli’nin adres verdiği Kazae hakkında Buharî dahi zayıf demiş. Buharî zayıf dediği raviden niye hadis alsın. Ha! alır mı, insanlık hali alabilir. ayrıca Şahid olarak nadir de olsa mümkün. ama burada böyle bir durum yok. Çünkü Buhar’nin zayıf dediği ve Azimli’nin de zayıf olduğuna Zehebî üzerinden işaret ettiği ravi Buharî’nin hadisi naklettiği ravi değil. Ziyad’ın kölesi olan Kazae’yi araştırıyoruz. İbn Hacer’in, Tehzibinde ona yer verdiğini tespit ediyoruz. Dört münekkid’den alıntı yapıyor. İcli ve İbn Hibban’a göre sika-güvenilir; İbn Hıraş’a göre saduk, yani epey idare eder; Bezzar’a göre bir beis yoktur. Buna göre Kazae sika denilebilirse de derecesi saduktan aşağı olmaz. Bu durumda Buharî hadisi sağlam demektir. Zehebî, niye Ziyad’ın kölesi Kazae’ye yer vermemiş? Çünkü Zehebî, orada zayıf ravileri inceliyor, Kazae ise makbul bir ravi. Ama Azimli Kazaeleri karıştırmış!
(Not: Mescid-i aksa, bildiğimiz mescid/cami değil. Mescid-i aksa, oradaki harem bölgesinin adıdır. Burada beyt-i makdis de, bazı peygamber kabirleri de bulunmaktadır. Mescid-i aksa, Mescid-i haram gibidir. Ka’be, Mescid-i haram içindedir. Mescid-i haram, harem bölgesinin adıdır)
MEĞER NEYMİŞ?
Cübbeli, kün feyekün adındaki bir duadan sonra şöyle der: “Hadis-i Şerifte, ‘Kur’an’dan dilediğin şeyi, dilediğin niyete al!’ buyrulduğu üzere bu duayı okuyan kişi Allah’ın ‘ol!’ emrinin kendi muradına yöneldiğine itikat etmesi halinde daha çabuk tesir görür.” (Selavat-ı Kübrâ, s. 71) Aslında iş sadece bu duayla sınırlı kalmıyor zannımca. Malum Cübbeli’nin enteresan duaları var… Burada adını zikredemeyeceğim duaları… Hep düşünmüşümdür, bunları nerden buluyor, çıkarıyor diye… Sonunda anlamış olduk: Meğer hadis varmış! Kur’an’dan istediğin ayeti al, neren eksikse, hastalıklıysa oraya oku, iyileşiver!! Cübbeli aslında kitabın ortasından konuşuyor! Tabii kitapta neyin geçtiği, geçen bilginin değeri, tahkiki önemli değil!! Evet, bu hadis-i şerifin (!!!) aslı yoktur. Manası da doğru değil. (Bk. Silsiletu’z-zaifa, II, 33, no. 557) Sahih sünnet neyimize yetmiyor ki, bid’atlere bulaşıyoruz? Hem de herkesi bid’at işlemekle suçlarken!!
Hocam, sizden Allah razı olsun. Bu hadis konusundaki dengeli anlaşıyınıza hayranım. Hadisin tam ortasından konuşuyorsunuz
(Not: Yıldız oyu verirken yanlışlıkla bastım sonrasında düzeltemedim. Esasen hocamın bu duruşuna gökteki yıldızlar yetmez.)