İçeriğe geç

FAHD EL-ACLAN’IN CABİRİ’YE AİD “ŞERİATIN MODERN HAYATA İNTİBAKI” GÖRÜŞÜNÜ ELEŞTİRİSİ

Fahd el-Aclan, fazla tanıdık biri değil… Yazdıklarına bakılırsa duruşu sağlam birine benzemektedir. İnternette Ma’riketu’n-nass adlı kitabına denk geldim. Okudum ve çok ilgimi çekti. Türkiyeli Müslümanlar olarak neleri tartışıyorsak hepsi ondan vardı. Modernlik, sekülerlik, İslam’ın sekülerleşmesi, Arap baharının neye hizmet ettiği, selefilik, şeriatın tatbiki meselesi, çağdaş İslam düşüncesinde egemenlik sorunu, Şatıbi, Karafi, Cabiri ve daha nice konular…

Yazarın geleneksel görüş sahibi olduğu anlaşılıyor ve seküler anlayışa oldukça karşı. Sekülerliği benimseyen çağdaş Müslümanların yaptıklarını tahrif, çarpıtma ve anlayamama olarak nitelendiriyor. Yazarın fıkhî alt yapısının olması, eleştirilerine ayrı bir derinlik katıyor. Burada Cabiri ile ilgili bölümü tercüme etme niyetindeyim. Belki ardından çağdaş İslam düşüncesinde egemenlik sorunu ve Şatıbî gelebilir, kısmetse…

Şeriatı uygulamamak yoluyla şeriatı uygulamak! (Muhammed Abid el-Câbiri örneği)

Şeriatın uygulanmasına karşı mısın? Bu soruyu alıp herhangi bir laik eğilimin masasına koyun; göreceksiniz ki onların çoğunluğu size açıkça şöyle diyecektir: “Ben şeriatın uygulanmasına karşı değilim; benim savunduğum, gerçek şeriatın uygulanmasıdır.” Hatta bu soruyu birine sormanıza bile gerek yoktur; çünkü cevaplar, gözünüzün önünde kanallarda, sitelerde ve çalışmalarda yayılmış durumdadır – orada laikler açıkça şeriata karşı olmadıklarını ve tutumlarının şeriata düşmanlık veya hesaplaşma içermediğini ifade etmektedirler.

O halde laikler İslami safa mı katıldılar ve laik bakışlarından mı vazgeçtiler? Yoksa İslamcı/laik çatışması şeriatın uygulanması meselesinde sona mı ermiş ve bu konu artık tartışılmaz bir kabül hâline mi gelmiştir? Önce bu yanıtların bir örneğini alalım ve içeriklerini iyi inceleyelim ki bu sorunun cevabını keşfedebilelim. Elimizdeki örnekler çok olduğundan, sınama aygıtımızı en geniş ve en ünlüsüne, yani Dr. Muhammed ʻAbid el-Câbiri örneğine yönelteceğiz. Câbiri’yi seçmemizin birkaç nedeni vardır; en önemlilerinden biri fikirlerini öylesine açıkça ortaya koymuş olmasıdır ki pek çok varsayım ve çıkarımı sizin üzerinize yüklemekten sizi kurtarır.

Câbiri bizimle önce şu konuda hemfikirdir: şeriatın uygulanması artık karşı çıkması güç bir kabul hâline gelmiştir; o bunu şöyle ifade eder: “(Bir slogan ki ona karşıt bir sloganla veya herhangi bir alternatif sloganla karşı çıkılamaz; ve kim, yönetim biçimlerinin çoğunun meşruiyetini İslam’a bağladığı İslam ülkelerinde şeriatın uygulanmasının zorunluluğunu tartışabilir?)”

Bu nedenle Câbiri, laikliğe ve dinin devletten ayrılması fikrine karşı çıkar ve İslam toplumlarının buna ihtiyaç duymadığını, çünkü bunun Avrupa kimliğine özgü bir olgu olduğunu savunur.

Peki Câbiri’ye göre “şeriatı hükme koymak (تحكيم الشريعة)” ne anlama gelir ve karşı çıktığı laiklik hangi biçimdedir? Bu konudaki görüşlerini ayrıntılı olarak inceleyelim:

Câbiri’ye göre şeriatın hükme konulabilmesi için bir fıkhi referansa ihtiyaç vardır; ancak geleneksel fıkhi referanslar güvenilir değildir:

“Çağdaş araştırmacıların dayandığı çoğu referans, bir şekilde ya da başka biçimde, kendi zamanlarındaki siyasi şartlarla yönlendirilmişti.”

Fıkhi referanslara güven olmadığı için Câbiri şunu savunur:

“Referansların, mezheplerin oluşturduğu ve aslında belirli bir siyasi konumu desteklemeyi amaçlayan görüşlerden daha öncelikli ve daha güvenilir olması gerektiğini vurgulamak zorundayız.”

Bu sorunu çözmek için referansı Sahabe dönemine geri taşımak gerekir:

“Burada önceki içtihatları ve geçmiş mezhepleri bir kenara bırakıp doğrudan Sahabe’nin uygulamasına dönülmesini savunuyoruz.”

Câbiri, Sahabe fıkhına döndüğünde, onların fıkhi yapısında önceliğin her zaman maslahat olduğunu görür:

“Onların her zaman gözettiği tek ilke maslahattı ve başka hiçbir şey değildi; öyle ki çoğu kez özel koşullar böyle bir metni ertelemeyi gerektiriyorsa, açık ve kesin bir nass olsa bile, maslahat gereği hareket ediyorlardı.”

Sonuç olarak, Câbiri, Sahabe’nin metin varlığına bakmaksızın maslahat ilkesine dayandığını keşfeder:

“Bu maslahat ilkesi, Sahabe’nin uygulamalarında, metin olsun ya da olmasın, dayandıkları temel ilkedir.”

Buna dayanarak Câbiri, İslami siyasi sistemin inşasında maslahat ilkesine dayanmaya ihtiyaç olduğunu savunur:

“Her zaman ve her yerde şeriatın uygulanma süreci, genel menfaat (maslahat) dikkate alınarak kurulmalıdır. Bu temel ilkenin ardından, her olayda ve her hükümde menfaatin belirlenmesi gerekir; bu da zor değildir çünkü menfaati araştırmak insani bir alandır.”

Laikliğe gelince, Câbiri onun çarpıtılmış bir kavram olduğunu ifade eder:

“Laiklik başlangıçta Osmanlı Devleti’ne karşı birlik ve bağımsızlık ile bağlantılıydı; bu nedenle onu alternatif kavramlarla değiştirmek gerekir. Bana göre Arap düşünce sözlüğünden laiklik sloganını çıkarmak ve yerine ‘demokrasi’ ve ‘akılcılık’ kavramlarını koymak zorunludur. Bu iki kavram, Arap toplumunun ihtiyaçlarını en doğru biçimde yansıtır: Demokrasi, bireylerin ve toplulukların haklarının korunmasını ifade eder; akılcılık ise siyasi uygulamalarda akıl ve mantıksal, ahlaki ölçütlerin esas alınmasını ifade eder; heves, fanatizm veya ruh hâllerine göre değil.”

Câbiri’ye göre İslam toplumu dini devlet işlerinden ayırmaya ihtiyaç duymaz, ama dini siyasetten ayırmaya ihtiyaç duyar:

“Böyle bir toplumun ihtiyacı, dini siyasete alet etmemektir; çünkü din mutlak ve sabittir, oysa siyaset göreli ve değişkendir. Siyaseti kişisel veya grup çıkarları harekete geçirir; oysa din bundan arındırılmalıdır, yoksa özünü ve ruhunu kaybeder.”

Şeriatın Uygulanmasının Genel Görünümü

Bu detaylı sunumun ardından, biraz ayrılarak Muhammed Abid el-Cabiri’nin şeriat uygulaması konusundaki genel görüşüne bakalım.

Cabiri’nin nihai görüşü şudur: Biz maslahat esasına dayanacağız. Yani, “doğru” olan maslahat dikkate alınır, “red edilen” ise geçersiz sayılır. Ancak Cabiri’nin maslahat anlayışı, klasik fıkıh usullerinde bilinen maslahat değildir; bu maslahat kesin nassın üzerinde dahi öncelik kazanabilir.

Şunu bildiğimizde, ki, tüm seküler yaklaşımlar maslahat arayışındadırlar ve onlar şeriatın uygulanmasını güncel maslahatlara aykırı olduğu gerekçesiyle reddederler; o hâlde Cabiri’nin görüşü aslında seküler görüşle aynıdır. Farklı olan, Cabiri’nin bunu şeriatın uygulanması iddiasıyla savunmasıdır!

Cabiri ile birçok seküler düşünür arasındaki fark şudur: Sekülerler modern, çağdaş kavramları açıkça kabul etmiş ve şeriat uygulamasına karşı çıktıklarını itiraf etmişlerdir. Cabiri ise, şeriat hükümlerini reddetmenin bu yolu başarısız kıldığını fark etmiş; çağdaş kavramların ancak onlara uygun fıkhî bir referans arandıktan ve geleneksel kökenleri araştırıldıktan sonra kabul edilebileceğini savunmuştur. Bu sebeple, Cabiri, klasik referansları geçersiz kılarken, onları başka türden geleneksel referanslarla değiştirme yoluna gitmiştir.

Bu, Niyet Okuma mı? Kötü Zannetme mi? Yoksa Analiz ve Tahlil mi?

Hiçbiri değil. Bu, Cabiri’nin defalarca açıkça dile getirdiği bir meseledir ve her reform için zorunlu gördüğü bir yaklaşımdır. Cabiri şunu kabul eder: “Bizim, düşünceye konu olmuş ya da olabilecek miras naslarımıza yaklaşımımız, insan hakları ve modern kavramların temelini oluşturacak tarihî dayanaklar arama arzusuyla şekillenecektir; bu dayanaklar, bu kavramları bilincimizde ve medeniyet referanslarımızda kökleştirmek içindir.”

Ve insan haklarını İslâmî mirasta araştırmaya başladığında, açıkça şunu belirtmiştir: “Okumalarımızda, mirasımızdaki metinleri insan ve onun hakları kavramını her düzeyde temellendirecek şekilde yönlendirme arzusundan uzak tutmamamız gerekir; böylece bu kavramlar, mirasımızda ve medenî varlığımızda kök bulmuş olur.”

Bu, önceden belirlenmiş sonuçlara kök arayan açık bir bakıştır! Bu yöntem, Câbiri’nin deneyiminden kaynaklanır; zira o, yeniliğin ancak mirasî araçlar olmadan mümkün olmayacağını fark etmiştir: “Arap aklı üzerinde yenilik ve modernleşmeden söz ederken, bu ancak mirasın kendisi ve onun özel araçları ile, öncelikle kendi imkânları içinden geçerek mümkündür.”

Bu nedenle mirasa olan ilgisini şöyle açıklamıştır: “Doğrusu, mirasa ilgim ne önceden ne de şimdi mirasın kendisi için değil; ilgim, arzuladığımız modernlik içindir.”

Ve amaç mirasî araçları kullanmak, onlara bağımlı olmak olmadığından, Câbiri bu hedef doğrultusunda nesnellik ve ilmî titizlikten ödün vermekte sakınca görmemektedir:

“Bu yaklaşım, doğru-yanlış mantığına sıkı sıkıya uygulanacak bir mesele değildir, özellikle de bizim ele aldığımız konular söz konusu olduğunda; zira burada karşılaştırılan konu, bilimsel gerçekler türünden değil, devrimsel gerçekler türündendir; yani devrimler ve her türlü ıslah çağrısı tarafından kullanılan, doğruluğunu ve güvenilirliğini işlevinden alan gerçeklerdir.”

Böylece Câbiri’nin amacı, şeriatın uygulanması kavramını, bu kavramı modern çağın kavramlarıyla çelişmeyen başka bir kavramla değiştirebileceği şer’î temelleri araştırarak dönüştürmektir.

Bu nedenle, Cabiri’nin izlediği yöntemin nesnel bir yöntem olmadığı açıktır; o, hakikate ulaşmak için delilleri araştırmaktan çok, hedefine hizmet edecek bir şey arayışındadır ki bu durumu kendisi de daha önce kabul etmiştir.

Bu yüzden Cabiri, kaynak olarak aldığı şeriat kökenlerini içeriklerinden arındırma pratiği yapmaktadır:

Birincisi:
Cabiri, fıkıh âlimlerinin referanslarını bir kenara bırakıp doğrudan sahabe fıkhına dönmeyi önerir. Bu ise büyük bir metodolojik hatadır; çünkü sahabe fıkhına ancak bu fıkhî referanslar vasıtasıyla ulaşılabilir. Zira sahabenin etkileri ancak bu fıkıh âlimleri tarafından derlenmiş, korunmuş ve nakledilmiştir. Dolayısıyla, onları “siyasete tabi olmakla” suçlamak, sahabe fıkhını nakledenleri suçlamaktır. Doğru mantık, önce onları nakleden dönemleri eleştirmek, ancak o dönemlerin etkisinden arınmış şekilde doğrudan sahabe dönemine geçmenin mümkün olmadığını kabul etmektir. Aksi halde, sonra gelen dönemleri “sapkın, ideolojik ve bozulmuş” ilan edip, oradan etkilenmeden sahabe dönemine atlamak, çok şüpheli ve sakat bir akıl yürütmedir.

İkincisi:
Cabiri sahabe dönemine ulaştığında, onlardan fıkıh almamız gerektiğini söylemez. Çünkü sahabe fıkhının, âlimlerin fıkhına temel teşkil eden aynı kaynaklar üzerine kurulu olduğunu görürdü. Onların maslahat anlayışı, sonraki âlimlerin anlayışından farklı değildir. Cabiri, sahabe dönemine gitmekle ondan sonrası yok sayıp, “sahabe sadece maslahat esaslı hareket etti” diye yeni bir düşünce süreci başlatmak istemiştir. Bu, sahabe fıkhına yönelik büyük bir yanlış anlamadır. Sahabe gerçekten maslahat kullanmıştır ama onların maslahat anlayışı Cabiri’nin anlayışından bütünüyle farklıdır. Onların maslahat ölçütü şeriat esaslarına göre şekillenir: şeriatın reddettiği bir şey maslahat olamaz, kabul ettiği şey ise maslahattır. Maslahatın ağırlığı, şeriatın kabulüyle orantılıdır; mubah olan şey kadar, men edileni azaltır. Sahabeye dair bu konuda pek çok nass vardır, ki Cabiri’nin görüşüyle kesinlikle uyuşmaz. İşte bu yüzden Cabiri, şeriatın kesin nassları olan ve maslahatın esasları içinde sayılan metinleri bile kendi maslahat anlayışına uygun şekilde saptırır ve tevil eder. Mesela hırsızlık haddinin kesin ve tartışmasız hükmünü, Cabiri şeriat uygulaması kapsamında uygulamayı reddeder ve bu hükmü devre dışı bırakmak için çeşitli tarihî nedenler uydurur:

“(Bu hüküm) cezaevi ve suçluları tutuklayacak bir otoritenin olmadığı cahiliye döneminde, sadece caydırıcı fizikî ceza olarak uygulanıyordu.”

Benzer tevil yöntemlerini, Batı kültürünün reddettiği kadın mirası, irtidat cezası, çok eşlilik ve boşanma gibi konularda da uygular.

Eğer çağdaş Batı kültürü bu hükümleri kabul etseydi, bu ruhlar da onları sorgulamaz, tarihî sebepler uydurmaya kalkışmazdı.

Üçüncüsü:
Cabiri, maslahatları değerlendirmek için şeriatın amaç ve usullerinden hareket etmez; aksine, maslahatlar yoluyla şeriatın amaçlarını oluşturmamızı ister: “Çağımızın zaruretlerini şeriat amaçları içine katmayı başardığımızda, sadece günümüzün değişen olgularına uygun yeni içtihat kapısı açmakla kalmayacak, aynı zamanda şeriatın kendisini de canlı ve değişime cevap veren temellere oturtmuş olacağız.”

Cabiri’nin yöntemi, çağdaş maslahatın şeriatla ne kadar uyumlu olduğuna bakmak değil, çağdaş maslahatları aldıktan sonra onları şeriat amaçlarına dönüştürmenin yollarını aramaktır.

Âlimlerin şeriat amaçları anlayışı, şeriatın alt dallarından hareketle genel ilkeler çıkarmaktır. Cabiri ise, şeriat amaçlarının çağdaş maslahatlardan türetilmesini ve bu maslahatların şeriata dahil edilmesini ister: “Şeriatın uygulanması, bugün maslahat-ı külliye esasına dayanarak usullerin yeniden tesisi ve sahabilerin yaptığı gibi genel maslahatın dikkate alınması anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, zamanın şartlarına ve gelişmelerine uygun şeriat uygulaması, bu uygulamanın referansının yeniden inşasını gerektirir.”

Gerçek olan şudur ki, Cabiri şeriatı bir bütün olarak kabul etmez; ama açıkça reddetmek yerine, reddettiği şeyleri kabul edilmiş gibi gösterip, bunların reddedilmediğini savunacak gerekçeler arar.

Böylece Cabiri, nihayetinde sekülerlerin vardığı noktaya ulaşır. Ancak onlardan farklı olarak, kendisi bir kısmını miras araçlarından koparıp yolunu oradan açmıştır. Bu nedenle Cabiri, sekülerlerin şeriat aleyhinde ortaya koyduğu birçok eleştiriyi tekrar eder, örneğin:

  • Dinle siyasetin ayrılması gerektiği, aksi halde dinin içine fitne ve ayrılık virüsünün gireceği,
  • Bu durumun mezhepçilik ve iç savaşlara yol açacağı,
  • Din ile siyasetin ayrılması gerektiği; çünkü din mutlak ve değişmezken, siyasetin göreceli ve değişken olduğu,
  • Hududun uygulanmasının siyasallaşmaya kapı aralayacağı gibi.

Cabiri’nin sekülerlere karşı tutumu ise kelimeyi reddetmek ama içeriği kabul etmektir. “Laiklik” kelimesinin halkta oluşan kötü algısını ortadan kaldırmak için yeni terimler önerir; rasyonalite ve demokrasi gibi. Bunlar da laiklikle aynı temel anlamları taşır.

Bunun ardından önceki sorunun cevabı netleşir:

Sekülerler İslami saflara mı geçti? Şeriat hükümlerinin uygulanması artık kesin kabul edilen bir gerçek mi?

Kesinlikle hayır. Sekülerler hâlâ şeriat hükümlerinin uygulanmasını reddediyorlar. Yeni olan ise, birçok seküler ve bazı İslamcıların aynı seküler bakışı benimseyip, bunu şeriat olarak zannetmeleridir. Yani şeriatı reddetmek yerine, onun içeriğini boşaltıp aynı seküler ve liberal içeriklerle doldurmalarıdır. Bu yüzden, çağdaş kültürün kabul etmediği her hükmü tevil edip, her türlü fıkhî ihtilaf, nâzil sebebi ya da çıkış yolu ararlar.

Şeriat uygulamak adına şeriatın uygulanmaması yolunu izleyenler, sekülerlerin, Müslüman toplumla temas ettiklerinde yaşadıkları uzaklaşmayı ve iticiliği aşmak için buldukları bir kaçış yoludur. Bazı İslamcılar da, sekülerlerin baskısından kurtulmak için aynı yolu seçmiştir.

 

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir