İçeriğe geç

KADERLE İLGİLİ BİR HADİSİ ANLAMAK: “AMEL EDİN! HERKES YARATILDIĞI ŞEYE KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR”

Bu yazıyı yazmama Razî’nin tefsirinde gördüğüm bir açıklama sebep oldu. Razî meşhur hadisi ele alıyor ve kader bağlamında izah ediyordu. Orada müyesser ve musahhar kavramları arasındaki farka dikkat çekiyordu. Ama fazla bir açıklama yapmadı. İşaret var ama detay yoktu. Bununla birlikte bu izah pek çok şeyi ima ediyordu. Şimdi biz önce Razî’nin metnini nakledeceğiz, ondan sonra ilgili hadisi ve bu hadis çerçevesinde bahse konu olan müyesser ve musahhar ayırımını anlamaya çalışacağız.

 

وَالْحِكْمَةُ الْإِلَهِيَّةُ تَقْتَضِي أَنْ يَكُونَ الْعَبْدُ مُعَلَّقًا بَيْنَ الرَّجَاءِ وَبَيْنَ الْخَوْفِ اللَّذَيْنِ بِهِمَا تَتِمُّ الْعُبُودِيَّةُ، وَبِهَذَا الطَّرِيقِ صَحَّحْنَا الْقَوْلَ بِالتَّكَالِيفِ مَعَ الِاعْتِرَافِ بِإِحَاطَةِ عِلْمِ اللَّهِ بِالْكُلِّ وَجَرَيَانِ قَضَائِهِ وَقَدَرِهِ فِي الْكُلِّ، وَلِهَذَا الْإِشْكَالِ سَأَلَتِ الصَّحَابَةُ رَسُولَ اللَّهِ ﷺ فَقَالُوا: أَرَأَيْتَ أَعْمَالَنَا هَذِهِ أَشَيْءٌ قَدْ فُرِغَ مِنْهُ أَمْ أَمْرٌ يَسْتَأْنِفُهُ؟ فَقَالَ: بَلْ شَيْءٌ قَدْ فُرِغَ مِنْهُ. فَقَالُوا: فَفِيمَ الْعَمَلُ إِذَنْ؟ قَالَ: «اعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ» فَانْظُرْ إِلَى لَطَائِفَ هَذَا الْحَدِيثِ فَإِنَّهُ علقهم بين الأمرين فربهم سَابِقَ الْقَدَرِ الْمَفْرُوغِ مِنْهُ ثُمَّ أَلْزَمَهُمُ الْعَمَلَ الَّذِي هُوَ مُدْرَجَةُ التَّعَبُّدِ، فَلَمْ يُعَطِّلْ ظَاهِرَ الْعَمَلِ بِمَا يُفِيدُ مِنَ الْقَضَاءِ وَالْقَدَرِ، وَلَمْ يَتْرُكْ أَحَدَ الْأَمْرَيْنِ لِلْآخَرِ، وَأَخْبَرَ أَنَّ فَائِدَةَ الْعَمَلِ هُوَ الْمُقَدَّرُ الْمَفْرُوغُ مِنْهُ فَقَالَ: «كُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ» يُرِيدُ أَنَّهُ مُيَسَّرٌ فِي أَيَّامِ حَيَاتِهِ لِلْعَمَلِ الَّذِي سَبَقَ لَهُ الْقَدَرُ قَبْلَ وُجُودِهِ، إِلَّا أَنَّكَ تُحِبُّ أَنْ تعلم هاهنا فَرْقَ مَا بَيْنَ الْمُيَسَّرِ وَالْمُسَخَّرِ فَتَأَهَّبْ لِمَعْرِفَتِهِ فَإِنَّهُ بِمَنْزِلَةِ مَسْأَلَةِ الْقَضَاءِ وَالْقَدَرِ، وَكَذَا الْقَوْلُ فِي بَابِ الْكَسْبِ وَالرِّزْقِ فَإِنَّهُ مَفْرُوغٌ مِنْهُ فِي الْأَصْلِ لَا يَزِيدُهُ الطَّلَبُ وَلَا يَنْقُصُهُ التَّرْكُ

 

“İlahi hikmet gereği, kulun korku ile umut arasında bırakılması gerekir ki, kulluk bu ikisiyle tamamlanır. Bu bakımdan, biz Allah’ın her şeyi kuşatan ilmini ve kaderin her şeyde geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, teklif (emir ve yasaklarla sorumlu tutmak) düşüncesini de bu yolla sağlamlaştırmış oluyoruz. Aynı sebeple sahabe Peygamber Efendimiz’e sorarak şöyle dediler: “Ey Allah’ın Resûlü! Bu yaptığımız ameller, önceden kararlaştırılmış ve bitirilmiş şeyler mi, yoksa sonradan mı belirleniyor?” Peygamber de şöyle buyurdu: “Hayır, önceden kararlaştırılmış ve bitirilmiş şeylerdir.” Onlar da dediler ki: “O halde neden amel ediyoruz?” Buyurdu ki: ‘Amel edin! Herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır.’ (Buharî, Kader, 2; Müslim, Kader, 9; Ebu Davud, Sünnet, 17)

İşte bu hadisin inceliklerine dikkat et. Zira Resûlullah, onları iki şey arasında tuttu: Rableri, olmuş bitmiş kaderi önceden belirlemiştir; fakat buna rağmen onları kulluğun mertebesi olan amele mecbur tutmuştur. Böylece, zahirî ameli, kaderin geçerliliği gerekçesiyle iptal etmedi. İkisinden birini de diğerine feda etmedi. Sonra amelin faydasının da yine o önceden belirlenmiş kader olduğunu haber verdi. Şöyle buyurdu: “Herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır.” Yani kişi, hayatı boyunca, daha önceden kendisi için takdir edilmiş olan amele kolaylaştırılmıştır.

Fakat şunu bilmen gerekir: “Müyesser” (kolaylaştırılmış)  ile “musahhar” (zorunlu olarak yönlendirilmiş) arasında bir fark vardır. Bu farkı bilmeye hazırlan. Çünkü bu da kader ve kaza meselesinin ta kendisidir. Aynı şey kazanç (kesb) ve rızık konularında da geçerlidir. Zira rızık baştan belirlenmiştir; onu aramak artırmaz, terk etmek de eksiltmez.”

Şimdi bu metnin özellikle son paragrafını anlamaya çalışacağız. Metindeki “müyesser” ile “musahhar” (المُيَسَّر ve المُسَخَّر) ayrımı, kader ve insan fiilleri meselesinde oldukça derin bir noktaya işaret eder. Bu farkı iyi anlamak, insanın fiilleri karşısındaki konumunu, sorumluluğunu ve Allah’ın yaratma/kader ile ilişkisini kavramada önemlidir. Hemen ardından gelen kesb ve rızık konularıyla irtibat da bir o kadar önem arzetmektedir.

Şimdi tekrar metindeki ifadeye bakalım:

 “Burada senin ‘müyesser’ ile ‘musahhar’ arasındaki farkı bilmek istemen doğaldır, o hâlde bu farkı anlamaya hazırlan; zira bu mesele, kader ve kazâ meselesinin bizzat kendisidir.”

Bu cümle, iki kavram arasındaki farkın yalnızca semantik değil, ontolojik ve itikadi bir fark olduğunu ima eder.

Müyesser ne demektir? Müyesser, “teysîr” kökünden gelir. Teysîr, kolaylaştırmak, yol açmak demektir. Müyesser, kendisine bir yol açılmış, bir işe kolaylaştırılmış, ama hâlâ seçim ve yöneliş iradesi bulunan kişidir. İnsan için kullanıldığında, Allah’ın kaderde onun için belirlediği yönle, insanın kendi ihtiyarı bir araya gelir. Kişi, fıtratı ve çevresi itibariyle hayır ya da şer için hazırlanmış olabilir, ama fiili kendisi yapar. Bu anlamda, kul yöneldiği şeyi yapması için kolaylaştırılır. Hadis bunu ifade eder. Yani müyesser olan kişi, yöneldiği yolda yürümeye iradesiyle karar verir; Allah da o yolu onun için kolaylaştırır.

Musahhar ne demektir? “Teshîr” kökünden gelir. Zorunlu olarak bir işe koşulmak, mecbur bırakılmak demektir. Musahhar, iradesiz ve kendisine verilen vazifeyi mutlaka yapan varlıktır. Güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar, hayvanlar vb. bu şekilde “musahhar”dır. Onların davranışı bir tercih değil, zorunlu bir itaattir. Bu anlamda, musahhar olanın seçme hakkı yoktur, bir şeyin yapılması onun yaratılışına zorunlu olarak kazınmıştır.

Aralarındaki temel farkları aşağıdaki tabloda gösterelim:

Özellik

Müyesser

Musahhar

İrade ve Seçim

Vardır

Yoktur

Sorumluluk

Vardır

Yoktur

Amel/Fiil

İhtiyarla yapılır

Zorunlu olarak yapılır

Kapsam

İnsan (mükellef varlık)

Cansızlar, hayvanlar, melekler

Kaderle İlişki

Allah kolaylaştırır, kul yapar

Allah emreder, o da yapar

Niçin bu ayrım önemlidir? Çünkü kader meselesinde “Allah her şeyi takdir ettiyse bizim fiillerimizin anlamı ne?” sorusu çokça sorulur. İşte bu fark cevabı içinde taşır:

-Eğer biz musahhar olsaydık, yaptıklarımızdan sorumlu tutulmazdık.

-Ama biz müyesseriz, yani bir yöne meylettiğimizde o yol bize açılır, ama seçim bizdendir.
Bu da ilahi kaderle insan fiillerinin nasıl birleştiğini gösteren zarif bir denge kurar.

Somut bir örnekle bu farkı daha iyi ortaya koyabiliriz.

Bir insan düşünelim: Ahmet. Ahmet’in mizacı yumuşak, ailesi onu güzel ahlakla yetiştirmiş, çevresi de dindar. Ahmet zamanla ibadete yöneliyor, camiye gidiyor, sadaka veriyor, harama yaklaşmıyor. Onun bu yönelişi için Allah, hem içsel olarak (kalbine huzur vermek), hem dışsal olarak (uygun ortamlar yaratmak) yollar açıyor. Ama Ahmet o yolu seçtiği için bu kolaylaştırma geliyor. Yani: Ahmet, hayır için müyesser kılındı. Ama asıl kritik olan: İsteyen kendisi oldu. Allah onun iradesine uygun olarak o yolu kolaylaştırdı. Eğer Ahmet harama yönelseydi ve bunda ısrar etseydi, bu sefer şer için müyesser olurdu. Yani Allah iradesine uygun olarak o yolda gitmesini kolaylaştırırdı.

Şimdi bir başka varlık düşünelim: Güneş. Güneş her sabah doğar, her akşam batar. Ne bir tercihi vardır, ne bir itirazı. Ne “Bugün doğmak istemiyorum” diyebilir, ne de görevinden sapabilir. O, Allah’ın “kün (ol)” emrine uygun şekilde zorunlu olarak hareket eder. Yani: Güneş, musahhardır. Sorumluluk taşımaz. Sevap-günah gibi bir şey ona uygulanmaz.

İki örneği bir tabloda karşılaştıralım:

 

Ahmet (Müyesser)

Güneş (Musahhar)

İrade

Var

Yok

Seçim Hakkı

Var-Hayır veya şer yönelebilir

Yok-Ne için yaratıldıysa onu yapar

Sorumluluk

Var (Yaptığına göre sevap/günah kazanır)

Yok (Emre itaat ettiği için yargılanmaz)

İtaat Şekli

Kendi tercih eder, Allah kolaylaştırır

Mecburen ve sürekli itaat eder

Şimdi “kazanç (kesb)” ve “rızık” üzerinden müyesser ve musahhar ile bir bağ kurulabilir:

Kazanç (kesb): Müyesser olan sahadır. Yani sen çalışırsın, uğraşırsın, adım atarsın; Allah da sana o alanda bir kolaylık yaratır. İrade ve fiil sende görünür.

Rızık: Musahhar olan sahadır. Sen çalışsan da çalışmasan da, Allah’ın doğrudan sana ulaştırdığı şeydir. Senin müdahalen olmasa da rızık sana ulaşır. Mesela doğduğun yer, anne-baban, hayatına giren imkanlar gibi.

Hulasa;

Kesb = Müyesser → Çabanla yöneldiğin ve kolaylaştırılan şey.

Rızık = Musahhar → Çaba göstermesen de Allah tarafından verilen şey.

Bu noktada bir ara vermek gerekir. Rızık konusunda yapılan bu açıklama kafa karıştırabilir. Razî’nin bir Eş’arî olduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan meseleye baktığımızda ve Maturidi ile bir kıyas yaptığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkar:

Eş’ari kelâmı, Allah’ın mutlak iradesine büyük bir vurgu yapar. Eş’arîler, her şeyin, hatta insanın iradesiyle yapılan eylemlerinin bile, nihayetinde Allah’ın kudretiyle gerçekleştiğini savunurlar. Bu görüş, rızık konusunda da geçerlidir.

Eş’arîler, insanın çaba göstermesinin rızkı elde etme konusunda bir etki yaratmadığını, çünkü her şeyin Allah’ın iradesiyle ve kudretiyle olduğunu kabul ederler. İnsan çaba gösterse de, rızkı ancak Allah verir. Çaba, sadece bir araçtır ve Allah’ın takdirine tabidir.

Eş’ari düşüncesine göre, insanın çaba göstermesi gerektiği kesin olmakla birlikte, bu çaba, yalnızca Allah’ın takdirini gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu bağlamda, rızkın elde edilmesi tamamen Allah’ın iradesine dayanır ve insanlar kendi gayretlerine güvenemezler.

Mâtürîdîler ise daha çok insanın özgür iradesine ve insanın gayretinin etkisi üzerine vurgu yaparlar. Mâtürîdî düşüncesinde insan, Allah’ın iradesiyle birlikte, kendi iradesini kullanarak gayret gösterir. Yani, insanın çabası ve gayreti, Allah’ın iradesine uygun olarak gerçekleşir. Mâtürîdîler, insanın Allah tarafından yaratılmış bir iradeye sahip olduğunu kabul eder ve bu iradenin, kişinin kendi çabasıyla rızık elde etmesine katkı sağladığını savunurlar. İnsan, meşru yollarla çalışarak rızkını elde etmeli, ancak her zaman bu rızkın nihayetinde Allah’ın takdiriyle olduğunu unutmamalıdır.

Mâtürîdîler, rızkın Allah tarafından belirlenmiş olmasıyla birlikte, insanın çaba göstermesini ve gayretini önemserler. Çaba, insanın sorumluluğudur, fakat her şeyin Allah’ın kudretiyle olduğu kabul edilir.

Evet, Eş’ari ve Mâtürîdî görüşleri arasındaki temel fark, insanın iradesi ve çabasının rızık elde etme sürecindeki rolüne dair farklı vurgulardır. Eş’ariler, her şeyin Allah’ın mutlak kudretiyle gerçekleştiğini ve insanın çabasının bir etkisi olmadığını savunurlar. Buna karşın Mâtürîdîler, insanın özgür iradesine ve çabasının bir rolü olduğunu kabul ederler, ancak yine de nihayetinde her şeyin Allah’ın takdirine dayandığını belirtirler. Her iki görüş de Allah’a güvenmeyi ve tevekkülü önemseyen bir yaklaşımdır, ancak insanın gayretine dair farklı anlayışlar sunar.

Bu yazıda amaç hadiste geçen müyesser kelimesini anlamaya çalışmaktı. Şayet konu genel bir çerçevede ele alınacaksa ve iki itikadî mezhebin görüşlerinin buna nasıl yansıdığını tespit etmekse kader nasıl anlaşılıyorsa “müyesser” kelimesinin de o şekilde anlaşılabileceğini söylemek mümkün olur. Yani Eş’ari düşüncede irade var ama çok cılız kalırken; Maturidi düşüncede cüz’i irade vurgusuyla daha belirgin olabilmektedir.

Bu hadisi müyesser-musahhar ayırımına girmeksizin yorumlayanlar da vardır. Buna göre Ehl-i sünnet kısaca şöyle der: “İnsan tamamen iradesizdir (mecburdur)’ ya da ‘tamamen özgürdür’ denemez; doğru olan iki anlamı birleştirmektir. Zira insan yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır (o yola yöneltilmiştir).” Bunu açalım:

İbn Hacer, Fethü’l-Bârî adlı eserinde şöyle der: Soru özetle şudur: “Madem kaderimiz belli, o zaman neden amelin zahmetine katlanalım?” Cevap ise şudur: “Ortada bir zahmet yoktur, çünkü herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır ve bu yol Allah’ın kolaylaştırdığı kişi için zaten kolaydır.” Tayyibî şöyle demiştir: Bu cevap, “üslûbu’l-hakîm” türündendir; yani onlara amel etmeyi terk etmelerin yasaklamış, kul olarak yapılması gereken kulluğu yerine getirmeye yönlendirmiştir. Ayrıca, gayb âlemine dair konular hakkında ileri gitmelerini, yorumda bulunmalarını da engellemiştir. Yani ibadet etmek ya da etmemek, cennet ya da cehenneme girmenin doğrudan sebebi değil; sadece birer işarettir.

Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen adlı eserinde şöyle der:

Bu hadisi dikkatlice incelersen, kader konusunda içinde oluşan tereddüt ve karmaşalara şifa bulursun. Çünkü bu soruyu soran, bizzat Resûlullah’a (s.a.v.) yönelmiş ve “Öyleyse yazgımıza (kaderimize) göre oturup ameli bırakalım mı?” demiştir. Bu kişi, kader konusunda akla gelen tüm soruları -adalet ve zulümle ilgili olanları da dahil- dile getirmiştir. Resûlullah (s.a.v.) ise ona, bu konuda kıyas yapmanın (akıl yürütmenin) geçerli olmadığını, bu konuda hesap sormanın da düşmediğini bildirmiştir. Çünkü kader meselesi, insanların anladığı, akıl yürütüp hüküm verdiği bilinen konular gibi değildir. Ayrıca ona, insanlara amel etmeyi emretmesinin sebebinin, bu amellerin onların ahirette ulaşacakları sonucun birer alameti (işareti) olması olduğunu bildirmiştir. Yani, kim salih amel işlemeye yönelirse, onun kurtuluşa ermesi umut edilir; Kim kötü amel işlemeye yönelirse, onun helâk olması korkusu vardır. Ancak bunlar, yalnızca zahirden (görünen dünyadan) elde edilen işaretlerdir; kesin belirleyiciler (zorunlu sonuçlar) değildir. Çünkü Allah Teâlâ, gayb bilgisini kullarından gizlemiştir; onların onu idrak etmesini engellemiştir. Tıpkı kıyametin vaktini gizlediği gibi; hiç kimse onun ne zaman kopacağını bilmez. Ama Resûlü (s.a.v.) vasıtasıyla bazı alametlerini (işaretlerini) haber vermiştir. Mesela: “Kıyametin alametlerinden biri de cariyenin efendisini doğurması, çıplak ve yoksul çobanların büyük binalar yapmada birbirleriyle yarışmasıdır” gibi.

A‘lâmü’l-Hadîs’te şöyle denilmiştir:

Onların, “Öyleyse kaderimize güvenip amel etmeyelim mi?” sözünün anlamı; kulluğu (ibadeti) ortadan kaldıran bir anlayışı savunmaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in onlara, bir kimsenin cennetlik veya cehennemlik oluşunun daha önceden yazıldığını bildirmesi, Allah’ın o kişi hakkında sahip olduğu gaybî ilmi haber vermesidir ve bu, Allah’ın kullar üzerindeki delilidir. Fakat onlar bu bilgiyi, kulluktan vazgeçip sadece yazgıya güvenmek için bir gerekçe haline getirmeye çalıştılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), onlara şunu bildirdi. Burada birbirini geçersiz kılmayan iki farklı yön vardır:

Bâtın (iç yüz): Rubûbiyyet (Allah’ın ilahlığı) açısından geçerli olan ve kaderin arkasındaki ilahî sebep.

Zâhir (dış yüz): Kulluğun gereği olan, görünürdeki sorumluluk ve yükümlülük.

Bu dış yüz (amel), sadece sonucu sezdiren bir işarettir; ama bu bilgi, sonucu tam olarak bilmeye yetmez. Belki de (Allah en doğrusunu bilir) insanlar böyle bir düzende imtihan edilmektedir ki: Korkuları, kendilerinden gizlenmiş olan bâtınla (kaderin iç yönüyle), Umutları ise kendilerine açık olan zâhirle (amelleriyle) ilişkili olsun. Çünkü korku ve umut, kulluğun temel iki basamağıdır. Böylece insanlar bu ikisini yaşayarak imanın kemaline ulaşırlar. Peygamber Efendimiz de onlara, herkesin yaratıldığı şeye kolaylaştırıldığını bildirmiştir. Kişinin dünyadaki ameli, ahiretteki akıbetinin bir göstergesidir. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın şu ayetiyle örnek verilmiştir: “Kim verir, Allah’tan sakınır ve en güzel olanı tasdik ederse, biz onu kolay olana kolaylaştırırız. Ama kim cimrilik eder, kendini müstağni görür ve en güzel olanı yalanlarsa, onu da zora kolaylaştırırız.” (Leyl, 5-10) Tüm bu durumlar, insanların zahirdeki halleri ile ilgilidir. Bunların ötesinde ise, Allah’ın kullar hakkındaki ilmi vardır. O, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olandır: “O, yaptıklarından sorguya çekilmez; fakat onlar sorguya çekilir.” (Enbiyâ, 23)

O halde öyle anlaşılıyor ki, bu mesele kadere bakar. Allah sonsuz ilmiyle kimin ne yapacağını bilir. Fakat ilim, kudret gibi yaptırım gücü olan bir sıfat değildir. Yani Allah’ın bilmesi, kişiyi cennete veya cehenneme zorla koymaz. Aynı zamanda daha önceden kimin nereye varacağını tayin etmek objektif adalet anlayışına terstir. Buna göre, ilgili hadisi şöyle anlamak gerekir:

Allah insanoğluna özgür irade vermiştir. İmtihanın gereği olarak bu özgür iradesine müdahale etmez. Ancak Allah zorlayıcı olmayan ilim sıfatıyla kimin-özgür iradesini hangi tarafa kullanacağını bilir.  Şu da bir gerçektir ki, hiçbir şey Allah’ın ilminin hilafına cereyan edemez. Çünkü bu takdirde Allah’ın -haşa- cahil olması gerekir. Öyleyse, Allah kimin özgür iradesiyle cehennem yolunu tercih edeceğini bilir. Ve bu bilgisi zorlayıcı olmamakla beraber, ona aykırı bir rota da izlenmez. En nihayet kişinin özgür iradesiyle ne yapacağını bilen Allah, o kişinin gücüyle kazandığı neticeyi yaratır. İşte hadiste bu son noktaya işaret edilmiştir; insanların kesp ettiği / kazandığı neticeyi yaratmak Allah’a aittir. Kesp / kazanç insanın özgür iradesine bağlı olarak tahakkuk ettiği için, akıbetinden kişinin kendisi sorumludur.

Allah her şeyi bilmektedir. Bir insanın cennete gideceğini bilmektedir. Ama bu onun iradesini ortadan kaldırmaz. Cennete giden yollar onun için kolaylaştırılmıştır. Hayatının epey bir kısmında şirk ve günah içinde de olsa böyledir. Hayatının bir anında samimi bir şekilde iman veya tevbe ederse cenneti hak eder. Bu durum, onun için cennetin kolaylaştırıldığı anlamına gelir. Yine Allah bir insanın cehenneme gideceğini de bilmektedir. Ama bu ilim, onun iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Cehenneme giden yollar onun için de kolaylaştırılmıştır. Hayatının epey bir kısmında iman ve taat üzere yaşasa da böyledir. Hayatının bir anında kibrine, egosuna yenik düşüp küfre girer veya günaha saplanırsa cehennemi hak eder. Bu durum, onun için cehennemin kolaylaştırıldığı anlamına gelir. Hulasa her bir insan ne için yaratılmışsa onun yolları o insan için kolaylaştırılmıştır. Ancak bu kolaylaştırma bir anlamda yönlendirmedir, zorlama değil. Allah Resulu “siz amel yapın!” buyururken onları tembellik yapmaktan korumuş, sorumluluklarını hatırlatmıştır. Hadisteki kolaylık, rahatlık anlamında bir kolaylık değildir. İradeyi hatırlatma anlamında bir kolaylıktır. İrade ile, tercihler yapılmasına, bu anlamda insana cennete veya cehennemin kolaylaştırıldığına bir işaret vardır.

Sonuç olarak başa dönersek müyesser ve musahhar arasındaki fark, insanın iradesi ve eylemleriyle olan ilişkisini belirleyen önemli bir kavramsal ayrımdır. Bu fark, kendisini  özellikle kazanç (kesb) ve rızık konusunda da göstermektedir. Müyesser, insanın iradesi ve çabasıyla yöneldiği ve kolaylaştırıldığı bir durumu ifade eder. Yani, kişi bir hedefe ulaşmak için çaba gösterdiğinde, Allah o hedefe ulaşmayı ona kolaylaştırır. Bu, bir tür “yönelme ve çaba” sürecidir. İslam ahlakında, kişinin kendi gayreti ve iradesiyle ulaşacağı şeyler müyesser olarak adlandırılır. Örneğin, bir işte başarılı olmak için çalışmak ve o doğrultuda Allah’tan kolaylık talep etmek müyesser bir kavramdır. Musahhar ise, bir şeyin tamamen Allah’ın kudretiyle zorunlu olarak belirli bir şekilde hareket etmesi durumudur. İnsanların iradesi bu sürecin dışında kalır ve onlar bu süreçlere müdahale edemezler. Güneşin doğuşu, hayvanların içgüdüsel hareketleri ve meleklerin itaatkar görevleri musahhar olan varlıklardır. Bu tür varlıklar, yaratılışları gereği ve Allah’ın emriyle hareket ederler.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir