İçeriğe geç

TAHA ABDURRAHMAN’IN AHLAK ANLAYIŞINA BİR KATKI

İnsanı insan yapan konuşma/düşünme sahibi olması mıdır yoksa ahlak mıdır?

Taha, “ahlak” der. Konuşma veya düşünme -buna soyut akıl da diyebiliriz- insanın insanlığını artırmazken, insanın insanlığına ufak bir katkı sunmazken, ahlak, insanın insanlığını arttırır, insanı insan eder. O zaman insanı diğer varlıklardan ayıran şey esasen, nutk veya akıl değil, ahlaktır. 

Ben buna şöyle bir katkı sunmak istiyorum: 

Başka bir dil konuşan insanlar görürüz. O insanlar kendi aralarında anlaşırlar, ancak o dil bizim için sesten başka hiçbir şey değildir. Hatta gürültüdür de denilebilir. Dolayısıyla iki farklı dile sahip olan insanların bir aradaki varlığı seslerin bir aradaki varlığından öteye geçmez. Seslerin duyulmasının insanın insanlığına katkısı açısından hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Burada aynı dili konuşanların düşündükleri ve anlaştıkları söylenebilir. Doğrudur, fakat bu, bizim meselemiz açısından önemli değildir. Çünkü düşünseler de, anlaşsalar da nihai kertede eylem ve amele dönüşmeyen düşünce ve anlaşma faydasızdır, manasızdır.

Bununla birlikte iki farklı dile sahip iki insana dönersek, iki farklı dile sahip bu insanların eylemlerine baktığımızda ahlak kendisini hemen gösterir. Örnekler verelim: 

İki farklı dile sahip insan, sıkışık olup geçilmesi gereken bir yerde önceliği başkasına verir, birbirlerine tebessüm eder ve buradan bir anlam, bir ahlak ortaya çıkar.

İki farklı dile sahip insan birbirine yardım eder ve buradan bir anlam, bir ahlak ortaya çıkar.

Sokakta acımazıssa dövülen ama farklı bir dile sahip olan bir kadın görüldüğünde buna müdahale etmek için dil bilmek veya konuşan bir varlık olmak gerekmez. Bir dile sahip olmak veya konuşmak bu konuda bizi diğer hayvanlardan ayırmayacaktır. Ancak olaya hakkaniyetle müdahale edilmesi halinde ahlak ortaya çıkacak, insan insanlığa katkı sunacaktır.

İki farklı dile sahip insanlar birbirini köleleştirmez, birbirini kullanmaz, birbirlerine tahakküm etmez, birbirlerinin inançlarına saygı gösterir. Dolayısıyla birbirlerinin dillerini bilmelerine gerek kalmaz; insan olarak onları bilmek onlara ahlaki davranmayı gerektirir. Bu da bir anlamı, bir ahlakı ortaya çıkarır.

İki farklı dile sahip insan, Gazze örneğinde olduğu gibi kendini insanlık için feda eder ve buradan bir anlam, bir ahlak ortaya çıkar.

Bu örneklerde görüldüğü gibi dil veya düşünce yahut konuşuyor/düşünüyor olmak ahlakın ortaya çıkması için hiç de gerekli bir şart değildir. O zaman salt konuşuyor veya düşünüyor olmak insanı diğer varlıklardan ayırt eden temel bir özellik olabilir mi? Olamaz. Ayırt edici özellik eylemdedir, ameldedir. Eylem veya amel de bir irade bir ahlak işidir. Bir niyet işidir. Niyet bir anlamda düşüncedir. İşte niyet eyleme büründüğünde ahlak ortaya çıkıyor ve insanların nasıl bir kumaşa sahibi olduğu anlaşılıyor.

 

Ahlakta, eylem veya amel muhakkak olmalıdır. Görüldüğü gibi eylem veya amel ahlakın vazgeçilmez ölçüsüdür. Bu anlamıyla ahlakın en zıt olduğu şey soyut akıldır. Soyut akıl veya aklın soyutlamaları elbette gereklidir ve lüzumludur. Ancak hayat soyut akıl üzerine bina edilemez. Çünkü soyut aklın insanı götürüp bıraktığı yer insanın insanlığına katkı sunan bir yer değildir. Mesela, “Ben haksızlık gören birine yardım etmeyi düşünüyorum” düşünüyorum ama adım atmıyorum, yapmıyorum. Hatta yardımı soyutlama yoluyla kavramsallaştırıyorum. Bir dünya çaba sarf ediyorum. Şimdi sormak lazım: Burada ahlakilik gerçekleşebilir mi? Bu, ahlakilik olamaz. Bu durum insanın insanlığına katkı sunmaz. Bu durum insanın insanlığını ilerletmez. Onun içindir ki, sadece düşünmek değil eylemde bulunmak ancak insanın insanlığına yani ahlakına katkı sunar ve onu diğer varlıklardan ayıran bir unsur olur. Bilgi ve bilgelik arasındaki fark neyse ve bilginin esasen bilgelik içinde mündemiç olduğu göz önünde bulundurulursa akıl-ahlak ilişkisi de aynen öyledir.. Ahlak aklın içinde değil ama akıl ahlakın içinde zaten vardır.

Son not olarak şunu söyleyebilirim: Modern Batı düşüncesi soyutlamanın, soyut aklın ve felsefenin belki de nihai noktasıdır. Bu elbette değerlidir ancak onun değerli olması ahlaki olduğu/davrandığı anlamına gelmez. Nitekim bir türlü gelmiyor da. Çünkü soyutlama yoluyla düşünce üretmek başka, ahlaki davranmak bambaşka bir şeydir. Batının kaybettiği ahlaktır. Batı, aklı kazandı ama ahlakı kaybetti. Böyle olmak zorunda değildi ancak onun genleri onu böyle olmaya zorladı diyebiliriz. O zaman sonuç olarak ifade edebiliriz ki, soyut akıl, insanın ilerlemesini sağlayabilir belki, ancak bu ilerleme dediğimiz şey yatay bir ilerlemedir, teknik ilerlemedir. Soyut akıl insanın tekamülünü sağlayamaz. Sağlayamamıştır da… Tekamül, dikey bir ilerlemedir/kemaldir. Ahlaktır. İnsanın insanlığını arttıran ve ortaya çıkaran şey de budur.

Ek:

Burada Gazali’nin Mi’yaru’l-amel adlı eserinden amel, ahlak, akıl ve özgürlük arasındaki ilişkiyi ortaya koyduğu ve konuyu bütünleyen bir alıntı yapacağım:

“Amele gelince, bizim amelden kastımız sadece bedenî fiiller değildir. Burada amelden maksadımız, nefsânî şehvetleri terbiye etmek, öfkeyi dizginlemek ve bu kötü sıfatları kırarak aklın hâkimiyeti altına sokmaktır.

Böylece bu sıfatlar akla boyun eğmiş, onu ele geçiremeyen ve aksine, kendi arzu ve isteklerine ulaşmak için kurnazlıklar düzenlemekte aklı bir araç olarak kullanan güçler olmaktan çıkmış olurlar.

Kim ki, şehvetlerini alt etmişse, işte o kişi gerçekten özgürdür; hatta o bir hükümdardır. Bu yüzden, zâhitlerden biri bir hükümdara şöyle demiştir: “Benim mülküm seninkinden büyüktür.”Hükümdar sormuş: “Nasıl olur bu?” Zâhit şöyle cevap vermiş: “Senin efendin olan şey, benim kölemdir.” Yani sen şehvetlerine kölesin, oysa ben onları hâkimiyetim altına almışım

Şehvetleroinin esiri olan, onları kırmaya ve bastırmaya güç yetiremeyen kimse, doğası gereği köledir ve esirdir. Böyle bir kimse sürekli bir yorgunluk ve bitmek bilmeyen bir çile içindedir.

Bir gün arzularına kavuşsa bile, diğer günlerde buna güç yetiremez.

Üstelik bu arzuları tatmin etmeye çalışırken, tehlikelerden, karmaşık ilişkilerden ve meşakkatlerden uzak kalamaz; bunlara katlanmak zorunda kalır. Dolayısıyla şehvetlerin azaltılması, gam ve keder sebeplerinin de azaltılması demektir. Ve bu da ancak riyâzet (nefs terbiyesi) ve mücâhede (mücadele) ile mümkündür.

İşte bizim “amel”den kastımız da tam olarak budur.

O hâlde: Dünya saadetini tek gaye gören birine göre bile, âlim ve âmil (bilgisiyle amel eden) kimse, insanların en iyi durumunda olanıdır. Zira dünya, kimse için tam olarak saf ve arı duru değildir.

Ve onun faydası da çekilen meşakkatlere denk düşmez.”

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir