Önce bir soru soralım, sonra cevap vermeye çalışalım:
Mevcut kader inancının Emeviler zamanında ortaya çıktığı söyleniyor. Doğru mudur? Emeviler zulümlerini kaderi ileri sürerek meşrulaştırdılar. Hz. Hüseyin katledildiğinde “onu Allah öldürdü” diyebildiler. Hatta kaderle ilgili hadisler Emeviler sonrasında uyduruldu, deniliyor!
Bir kere kader problemi, müslümanlar arasında vuku bulan siyasî ve içtimaî bazı olayların tesiriyle ashap devrinin sonlarına doğru canlı bir şekilde tartışılan meselelerin başında yer aldı. Bazılarının telakkisine göre Emevî saltanatını kuran Muâviye b. Ebû Süfyân, icraatını meşrûlaştırmak amacıyla kader inancını cebir doğrultusunda yorumlayarak kendisini devlet başkanı yapanın ve icraatını yaratanın Allah olduğunu, dolayısıyla bütün işlerinde isabetli davrandığının kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir. Daha sonra bu cebirci görüş Cehm b. Safvân’ın yanı sıra Emevîler’i destekleyen kitlelerce benimsenmekle birlikte bazı âlimlerce eleştirilmiştir. Bunların başında Ma‘bed el-Cühenî gelir. Ma‘bed, Emevîler’in kadere ilişkin yorumlarını reddederek hocası Hasan el-Basrî’nin görüşüne başvurmuş, o da kazâ ve kaderi inkâr etmenin mümkün bulunmadığını, fakat kaderi kulları günah işlemeye zorladığı şeklinde anlamanın Allah’a yapılmış en büyük iftira olduğunu belirtmiştir. Ma‘bed el-Cühenî’nin ardından Vâsıl b. Atâ ve Gaylân ed-Dımaşkî de onun görüşünü benimsemiştir. (Bk. DİA. “Kader” maddesi) Dikkat edilirse konu nazik bir hal almıştır. Bir tarafta kaderi istismar eden siyasiler; diğer tarafta siyasilere yönelik duygusal tepkiler bulunmaktadır. Bu tepkilerin sahabeden devralınan inançlarla alakası yoktur. Akl-ı selim düşünen ehl-i sünnet alimleri kimsenin kınamasına aldırış etmeden orta yolu bulmaya çalışmışlardır. Sadece “kader vardır” deseler bunu Emeviler kendi anlayışları için kullanacaklardır. “Kader yoktur” deseler bir bid’at düşünceye kapı aralayacakları açıktır. Onun için “Allah’ın kaderi vardır; insanın da iradesi vardır. İnsan bu iradesiyle fiilleri işler. Allah da fiilleri yaratır” diyerek orta yolcu bir yaklaşımı benimsemişlerdir. İşte bu tam da Hasan el-Basrî’nin sistemleştirdiği düşüncedir.
Yukarıdaki soruya baktığımızda, evet, burada doğrular ile yanlışlar iç içe girmiştir. Emeviler (hepsi olmasa da) zulümlerini meşrulaştırmak için kaderi ileri sürmüş, günahlarına kaderi kalkan yapmışlardır. Bir anlamda kaderi istismar etmiş, olaylara müşrikçe bakmışlardır. Ancak onların bu yanlış telakkilerine Hasan el-Basrî ve diğer alimler karşı çıkmıştır. Yani alimler bu gidişe dur demiş, Emevilerin bu yanlış inancı İslam’ın inancı haline gelmemiştir. Tabii sadece kader değil, sahabe ve tabiundan bir kısım alimler Emevilerin diğer yanlış icraatlarına da karşı çıkmışlardır. Hz. Aişe, İbn Abbas, Enes b. Malik, Said b. el-Müsseyyeb, Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, Amir eş-Şa’bî, Ebu Hanife gibi alimler söz veya fiille Emevilere muhalefet eden simalardır. İbn Ömer’in tarafsız kaldığı ifade edilmektedir. Şüphesiz böyle insanlar da vardır. Bunlar mesela, ilimle meşgul olmayı yeğler, tabiatları icabı susup sabretmeyi tercih ederler, ancak onların bu durumu asla Emevilerin zulümlerini kader adı altında meşrulaştırmak için değildir! Bu yapılan, sadece kendi açılarından fitne-kargaşa çıkmaması ve topluma daha az zarar gelmesi yönünde bir tercih içtihadıdır. Hatta Cebriye ekolunun kurucuları bile Emevilerin zulumlerine karşı çıkmış, Kaderiye mensuplarını savunmuştur. Yani Cebriye normalde Emevî zulumlerinin gayet meşru olduğunu itikadları gereği söylemek yerine vicdanlarının sesini dinlemişlerdir. Hal böyleyken dini ashaptan beri devralagelen ehl-i sünnet alimleri mi Emevilerin zulum anlayışlarına meşruiyet kılıfı geçirecek? Muhtemelen ehl-i sünnet alimleri Emevilerin zulumlerine duygusal tepki veren ve zulmu reddedebilmek için Allah’ın hayrı ve şerri yaratmasını inkar eden Kaderiye ile insan iradesini reddeden Cebriye arasında orta yolu bulmaya çalışmıştır.
Diğer taraftan kader inancının Emeviler devrinde, yani siyasi çekişmeler neticesinde ortaya çıktığı külliyen yanlıştır. Bir kere kader inancı Kur’an’da vardır. İkinci olarak Hz. Peygamber devrinde kader tartışmaları olmuş, ancak Hz. Peygamber bunları duyunca kızmış ve sapmaları önlemiştir. Halifeler devrinde de ferdî olarak “amel-kader ilişkisi”ni merak edenler çıkmış, ancak Hz. Ömer örneğinde görüldüğü gibi bu tip pratikte faydası olmayan tartışmalar engellenmiştir. Yine yaşanılan bir hadise olarak Hz. Ömer, veba salgını yüzünden Şam’a girmeyip geri dönmesini kaderden kaçış olarak değerlendirenlere, hiçbir fiilin kaderin kapsamı dışında kalmadığını ve dolayısıyla bulaşıcı hastalık bulunan bir beldeye girmemenin de bir kader olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber’in kader hakkında yaptığı açıklamayı tekrarlamış, günahları kaderin sevkiyle işlediğini iddia eden bir kişiyi de cezalandırmıştır. Hz. Ali de bir soru üzerine her şeyin kazâ ve kadere göre gerçekleştiğini ve hiçbir olayın bunun dışında kalmadığını belirttikten sonra kaderin insanları icbar altında bırakmadığını ve fiillerini hürriyet içinde gerçekleştirdiklerini söylemiş, aksi takdirde mükâfat veya ceza uygulamasının adalet ilkesiyle bağdaşmayacağını, son tahlilde ise kaderin ilâhî bir sır olma özelliğini koruduğunu bildirmiştir. Emeviler devrinde olan ise siyasi cephelerin ortaya çıkmasıyla tartışmaların alevlenmesi ve siyasi istismar ile kelamî spekülasyonların konusu olmasıdır. Elbette kader inancı önceden de vardı, ancak kelamî tartışmalar yoktu. Aynen Allah’ın sıfatlarının da önceden olması gibi. Ama sıfatlar konusunda derin kelamî polemikler yoktu. Zamanla çatışma ve çekişmeler ortaya çıkınca birileri bunları istismar etmeye, birileri de bunlara duygusal tepkiler vermeye başlamıştır. Ehl-i sünnetin yaptığı ise duygusallıktan uzak, ama zulme de meşruluk kılıfı vermeyecek şekilde sahabeden beri gelen inançları akılla temellendirmeye çalışmak olmuştur.
Şurası bir gerçek ki, siyasiler hep böyle yapmıştır. (Ama hepsi değil şüphesiz) Sıkıştıklarında kötülüğü Allah’a bağlamışlardır. Mesela ekonomi iyi gitmiyor, enflasyon yüzde 80 mi, cevap kolaydır: Bu, Allah’ın takdiridir. Maden ocaklarında facialar mı yaşanıyor, cevap kolay: Bu, Allah’ın takdiridir. Safa-Merve arasında binlerce can mı ölüyor. İzahı kolay: Bu, Allah’ın takdiridir. Böyle bir kader anlayışı İslam’ın kader anlayışı değildir. Çünkü bu, sorumluluktan kaçmaktır. Kötülüğü, günahı Allah’a yüklemektir. Bu, müşrikçe bir yaklaşım tarzıdır. Ancak Ehl-i sünnet böyle bir anlayıştan beridir.
Son olarak ifade edelim ki, kaderle ilgili hadislerin Emevilerden sonra Emevilerin etkisi altında uydurulması yalandır. Onca alimi oryantalistlerin yaptığı gibi yöneticilerin elinde kuklaya çevirmektir. Bu, kabul edilebilecek bir yaklaşım değildir. Muhaddisler kaderle ilgili hadisleri nakletmişlerdir. Kaderin nasıl anlaşılacağı bir usul çerçevesinde bize kalmıştır. Emeviler kadere yanlış bir anlam yükleyip onu istismar etmişlerdir. Hadisler istismar edildiği gibi ayetleri de istismar etmek mümkündür. Hatta denilebilir ki, Emevilerin istismar edebileceği ayetler hadislere göre daha açıktır. Allah, “mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır” (Al-i İmran, 26) demiyor mu? Rabbimiz müşriklerin ağzından “Allah dileseydi, atalarımız ve biz şirk koşmazdı” (En’am, 148) buyurmuyor mu? Şimdi Emeviler bu ayetleri istismar ederek “bakınız Allah mülkü dilediğine vermiş! Biz de diledikleri arasındayız! O halde yaptıklarımızı niye eleştiriyorsunuz?” deseler zahiren çok mu yanlış olur? Elbette maksad bu değil, ama istismara niyetlendikten sonra insanı kim tutabilir?! Aynı şekilde ilginç bir ayet var: “Allah dileseydi, şirk koşmazlardı” (En’am, 107) buyuruyor Rabbimiz. Bu ayetin zahirine bakan Emeviler “ne yapalım, bizim zulmumuzu Allah diliyor, dilemeseydi, biz zulum yapmazdık” dese ayeti mi anlamış olurlar yoksa onu istismar mı etmiş olurlar? O halde söylenecek şey şudur: Emeviler istismar etmiştir. Hadisi de Kur’an’ı da istismar etmiş olabilirler. Bize düşen hakikatin peşinde olmaktır, duygusal davranmamaktır. Aksi takdirde bizim duygusal tepki vermek ve istismar etmek anlamında Emevilerden ne farkımız kalır?
İşte bu bağlamda sarfedilen sözlerden biri. İbretamiz bir örnek olarak sunup bitirelim. Evet, bir hadisçi ilim adamı bile bu iddianın tesirinde kalarak şunları söyleyebilmektedir: “Cebriyeci bir kader inancı da İslam dünyasında yaygın ve egemen olup, aslında böyle bir anlayış Kur’an’da açık ve kesin bir iman esası olarak vazedilmemiştir. Bu inanç, Kur’an’ın bütünlüğünü parçalama pahasına seçilen bazı ayetlerin parçacı ve zorlama tevillere tabi tutulmasıyla, sıhhati tartışmalı ve iman konusunda delil teşkil etmesi mümkün olmayan hadis rivayetlerine dayanmaktadır. İslam tarihinde ilk defa Emevilerin kendi saltanatlarının yanlışlarına karşı toplumsal tepkiyi azaltmak ve dini kullanarak kendilerini meşrulaştırmak için ortaya attıkları ifade edilen bu tür bir yanlış inancın ne gibi ahlak dışı sonuçlara yol açabildiğini son zamanlarda Suudi Arabistan’da Hac’ta yaşanan ölümlerin, keza daha önce ülkemizde yaşanan Gölcük depremi gibi felaketlerin sorumlularının peşine düşülecek yerde kader olarak geçiştirilmesi, bu konuda yoruma gerek bırakmamaktadır.” Bir inanç ilkesi tartışılırken duygusal hareket etmek ancak böyle olur!!
İlk Yorumu Siz Yapın