İçeriğe geç

“KUR’AN EKSİK Mİ Kİ, SÜNNETE İHTİYAÇ OLSUN” İDDİASININ TAHLİLİ

Mealist kesimin öne sürdüğü iddialardan biridir başlıktaki cümle… Basit bir mantık yürütülmüştür:

Kur’an tamdır.

Çünkü ayette “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am, 38) buyrulmaktadır.

Tam olan bir şey eksik olmaz.

Eksik olmayan bir şey de başkasına muhtaç değildir.

O halde Kur’an’ın sünnete ihtiyacı yoktur.

Evet, basit bir mantıktır, ancak altı boştur.

Bu yazıda farklı bir delillendirme deneyeceğim, ancak yukarıdaki iddiaya aynı basitlikte cevap verilebileceğini söylemem lazım. Bu da şudur:

Eğer mesele “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayeti ise akla ilk gelen şudur: Şayet ayetten kasıt, gerçekten Kur’an’ın hiçbir şeye alan açmadığı, ihtiyaç bırakmadığı ise burada kat’i akli ilkeye zıtlık var demektir. Zira aklen Kur’an’da her şeyin olmadığı açıktır. Basit olarak ifade etmek gerekirse, denilebilir ki, akıl ile çözeceğimiz şeyler vardır. Bu anlamda Kur’an akla alan açmaktadır. Şimdi “bu durumda akla ihtiyaç yoktur, Kur’an ne derse o yeterlidir; Kur’an hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır” şeklinde düşünülebilir mi? Asla! Çünkü bizzat Kur’an “akletmez misin, düşünmez misiniz, evrene, kendinize, olaylara bakmaz mısınız, tefekkür edip ibret almaz mısınız?” diyerek bazı konularda bizi akla havale etmektedir. Aklın da bir delil olduğunu buradan anlıyoruz. Bu durumda “Kur’an tamdır, akla, kıyasa, ictihada ihtiyaç yoktur; var dersek bu, Kur’an’ın tam oluşuyla zıtlaşır” diyebilir miyiz? Mümkün değil!

İşte aynı şekilde bizzat Kur’an, Allah Resulune itaat etmeyi, ittiba etmeyi, onu örnek olmayı, emrettiklerini yapmayı, yasakladıklarından kaçınmayı, öğrettiği hikmetle amel etmeyi istemektedir. Bütün bunlar ise sünnetle gerçekleşmektedir. O halde bizzat Kur’an sünnete uymamızı istemektedir. Bu durumda “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayeti nasıl aklı içeriyorsa, sünneti de içeriyor demektir. Bu anlamıyla gerçekten Kur’an’da hiçbir şey eksik değildir.

Bunun yanında ayette geçen “Kitap” kelimesine bağlı olarak iki şey denilebilir:

  1. Kitap’tan maksat Kur’an ise iki şekilde anlaşılabilir:

a. Ya miras ayeti hariç ayrıntıların bulunmadığı genel ilke ve temel prensipleri ortaya koyması itibariyle eksiksizdir. Ayrıntıların sünnete havale edilmesi Kur’an’ın eksik kabul edileceği anlamına gelmez.

b. Ya da yukarıda anlattığımız gibi bizzat Kur’an Hz. Peygamber’i örnek almayı, ona uymayı istemektedir ki, bu, sünnetin delilliğinin Kur’an’ın içinde olduğunu göstermektedir.

  1. Kitap’tan maksat levh-i mahfuzdur. Eğer gerçekten temel ilkeler olsun tüm ayrıntılar olsun, maksat, bunların hepsinin Kitap’ta bulunması ise bu Kitap ancak levh-i mahfuz olabilir. Levh-i mahfuzda iğneden ipliğe her şey kayıtlıdır.

Şunu da ekleyelim: Mezkur ayet, sünnetin delil olmayışı ile ilgili nazil olmuş değildir. Ayetin indiği dönemde böyle bir problem de yoktu. Dolayısıyla ayeti bağlamından koparıp sünnetin delil olmayışı şeklinde anlamak biraz da ayetin manası tahrif etmek demektir.

Yukarıda ifade ettiklerimizden hangisi kabul edilirse edilsin ayetle sünnetin delil oluşu arasında bir zıtlığın olmadığı kolayca anlaşılır. Ancak burada bu meseleyi başka bir ayet çerçevesinde anlamak niyetindeyim. Bu ayet Maide suresinin 3. ayetidir:

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, size olan nimetlerimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.”

Bu ayette kemale erdirmek ve tamamlamak fiilleri geçmektedir. Yani ikmal ve itmam…

Tamlık” ile “kemal/mükemmellik” arasındaki fark önemlidir:

Tamlık, aslın eksikliği ile ilgilidir. Yani tam olunmazsa eksiklik var demektir.

Kemal/mükemmellik ise, eksikliğin giderilmesini ifade eder. Kemalin eksikliği tamlığın olmadığı anlamına gelmez. Tam’lık vardır, ama kemal yoktur. İşte kemal, bu eksikliği gidermektedir. Kemal olmazsa tamlık yine olacaktır. Ama kemalin varlığı “olay”a bütünsellik katmakta, bu da her yönüyle güzelliği ortaya çıkarmaktadır. Bu yönüyle Kur’an hem tam’dır, hem de kemale ermiştir. Ancak kemale ermişliği sünnet ile gerçekleşmektedir. Şimdi bunu biraz daha açalım:

Kemal, eksikliği gideren anlamında olunca bu tam da sünnetin fonksiyonuna tekabül etmektedir.  Çünkü sünnet genel olarak kemale erdirici bir iş görmektedir. Sünnetin görevi tamamlamak değil, kemale erdirmektir. Yani sünnet, asla, Kur’an’da olmayan, Kur’an’ın bahsetmediği yeni bir hüküm getirmemekte, sadece Kur’an’ın temel olarak ortaya koyduğu hükümlere ilave etmekte, onları ikmal etmektedir. Buna göre namazın, orucun, haccın, zekatın, kurbanın vs. beyanına yönelik sünnet açıklama getirmektedir. Bunlar itmam değil, ikmaldir. Bunlar ikmal yönüyle beyandır bir anlamda… Şayet sünnet Kur’an’ın hiç bahsetmediği bir alanda bir hüküm getirseydi, bu ikmal değil, itmam olacaktı ki, bu Kur’an’ın eksik olduğunu gösterirdi. Örneğin, Kur’an evlenilmesi yasak olanlardan hiç bahsetmeseydi de, sünnet “bir kadın, hala veya teyzesiyle birlikte nikahlanamaz” deseydi, bu itmam olurdu. Ama Kur’an evlenilmesi yasak olanları saydı, sünnet de buna ilave bir hüküm getirdi. İşte bu ikmaldir. Yine Kur’an, yenilmesi yasak olan hayvanlardan hiç bahsetmeseydi de sünnet “şu tür hayvanların yenilmesi yasaktır” deseydi, bu bir itmam olurdu ki, doğru değildir. Ama Kur’an eti yenilmesi yasak olan hayvanlardan bahsedince sünnet buna bazı ilave hükümler getirdi ki, bu itmam  değil, ikmaldir. Dolayısıyla sünnet ikmal etmektedir. İkmal de eksikliği gidermektir, ama asılda buluna eksikliği gidermek değil. Asılda bulunan eksikliği gidermek itmamdır. Tam’da bulunan eksikliği gidermek ise ikmaldir.

İkmal meselesine bir başka açıdan bakmak istiyorum. İkmal, tamamlamak, bir anlamda tam olanı güzelleştirmek, ona ilave faziletler katmaktır. Bir anlamda itmam olan farzdır ama ikmal olan fazilettir. Sünnetin geneline baktığımızda fazilet yönünün ağır bastığını görürüz. Faraza 1000 hüküm varsa bunların 50’si farz, 950’si fazilettir. Sünnetle sabit olan farzlar, faziletle göre oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla burada hüküm çoğunluğa göre verilmelidir. Aynı şey Kur’an için de geçerlidir. Kur’an’da da faziletler vardır, yani Kur’an’ın da bu yönüyle kemal vasfını taşıdığını düşünebiliriz. Ama bu vasıf itmam yönüyle kıyaslanırsa oldukça azdır. Dolayısıyla Kur’an için de çoğunluğa bakıp hüküm verilmelidir. Kur’an tam’dır ama ikmal yönüyle az hüküm içermektedir.

Buradan yola çıkarak şöyle diyemeyiz: Sünnet de kemaldir, ama itmam yönüyle az hüküm içermektedir. Hayır, sünnette itmam yönüyle bir hüküm yoktur. Sünnetin tüm fonksiyonu ikmaldir. Farz da fazilet de ortaya koysa bunların hepsi ikmal anlamına gelir. Yeni bir hüküm ortaya koyduğunu düşündüğümüzde dahi –yukarıda dediğimiz gibi- sıfırdan bunu söylemediği için itmam etmemekte, ikmal etmektedir.

Sonuç

“Kur’an eksik mi ki, sünnete ihtiyaç olsun?” şeklindeki iddia, ilk bakışta güçlü bir bütünlük ve yeterlilik savı içeriyor gibi görünse de, derinlemesine incelendiğinde hem nassın bağlamına hem de aklın zorunluluklarına aykırı bir basitleştirmeden ibarettir. Kur’an’ın “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (el-En‘âm, 38) ifadesi, mutlak anlamda her şeyin metinsel olarak Kur’an’da bulunduğunu değil; dinin gayesine ulaşmak için gerekli ilkelerin ve ana çerçevenin beyan edildiğini ifade eder. Bu nedenle, ayetin sünnetin delil oluşuna karşı ileri sürülmesi hem bağlam dışıdır hem de Kur’an’ın kendi iç referanslarıyla çelişir.

Kur’an, insanı akletmeye, düşünmeye, ibret almaya çağırarak aklı bir delil olarak kabul etmiş; aynı şekilde Resulullah’a itaat ve ittibayı da emrederek sünneti zorunlu bir tamamlayıcı çerçeveye yerleştirmiştir. Bu iki husus, Kur’an’ın “tamlık” vasfını ortadan kaldırmak bir yana, onun kemale erişme yönünü açıkça ortaya koyar. Nitekim Maide 3. ayetindeki “ikmal” ve “itmam” ayrımı bu konuda belirleyici bir kavramsal temel sunar: Tamlık, bir şeyin asli unsurlarının eksiksiz oluşunu; kemal ise o şeyin güzelliğini, bütünlüğünü ve olgunluğunu ifade eder. Buna göre Kur’an tamdır; yani ilahi rehberlik açısından hiçbir eksiklik içermez. Ancak dinin kemale ermesi, bu tamlığın hayata tatbik edilmesiyle mümkündür ve bu da sünnetin fonksiyonudur.

Sünnet, Kur’an’ın yerine geçen bir otorite değil, Kur’an’ın içinden doğan, onun değer ve ilkelerini yaşanabilir hale getiren bir beyan kaynağıdır. Onun görevi, itmam (yeni bir hüküm ihdası) değil, ikmaldir (mevcut yapıyı olgunlaştırma ve açıklama). Sünnet, Kur’an’da yer alan hükümlerin somutlanması, detaylandırılması ve uygulanabilir kılınması yönüyle kemale erdirici bir işleve sahiptir. Dolayısıyla sünnet, Kur’an’ın eksikliğini değil; Kur’an’ın hayata taşınan yönünü temsil eder.

Bu açıdan “Kur’an eksik mi ki, sünnete ihtiyaç olsun?” iddiası, hem dilsel hem teolojik olarak hatalıdır. Çünkü bu iddia, Kur’an’ın kendi referanslarıyla tanımladığı dinin yapısal bütünlüğünü parçalamakta; “tamlık” ile “kemal”i birbirine karıştırmaktadır. Kur’an’ın tamlığı, ilahi mesajın bütünlüğünü; sünnetin gerekliliği ise bu mesajın kemalini temsil eder. Biri diğerini iptal etmez, bilakis tamamlar. Kur’an ve sünnet arasındaki ilişki, metin ve pratiğin, ilke ve tatbikin, mana ve tecellinin ilişkisidir. Bu bütünlük, İslam’ın epistemolojik ve ontolojik yapısının özünü oluşturur.

Sonuç olarak, Kur’an’ın tamlığı, sünnetsizliği gerektirmez; aksine, sünnetin varlığıyla anlamını kemale erdirir. Sünnet, Kur’an’ın alternatifi değil, onun yaşayan tefsiridir. Böylece Kur’an, lafızda tam; sünnetle kemal bulmuş bir ilahi rehberlik olarak, dinin epistemik, ahlaki ve pratik bütünlüğünü tesis eder.

 

 

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir