İçeriğe geç

SOSYAL MEDYADA GERİ ZEKALILIĞIN HADİS DÜŞMANLIĞINA DÖNÜŞMESİ: “KUR’AN MI BUHARİ Mİ?” SAHTEKÂRLIĞI

Başlığı sert görenler olabilir. Ama ben az bile söylediğim kanaatindeyim. Cehalete saygım var ancak katmerli cehalet saygı duyulacak bir şey değildir. Aslında böyle bir yazıya gerek olmadığını söyleyeneler çıkabilir. Zira iddialar muhatap alınacak cinsten değil. Ama maalesef gençler bu çöplükten ve bilgi kirliliğinden etkileniyor. Sırf onlara bir faydamız olur mu düşüncesiyle bu yazıyı kaleme alıyorum. Geri zekalılığın başka boyutları da var aslında… Mesela “Kur’an’da Yok’lar Listesi” gibi… Sosyal medyada dolaşıyor. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bazı doğrular da var bu listede ve zehir bu doğrularla aldatarak gençlere şırınga ediliyor maalesef. İşte hangi birine cevap vereceksin?!! Bu insanların kendilerinden başka dinledikleri biri falan yok! Bütün bunlara çeşitli çalışmalarımızda değindik. Ama nerdeee?

Bunlar bir yana mezkur yazıya tek tek cevap vereceğim, sonuna bir adet de ben ekleyeceğim. Ekleyeceğim şey başka yerlerde kustukları pek çok melanetten biri sadece… Ancak mukaddime kabilinden Kur’an-hadis ilişkisine yönelik bazı hususları hatırlatmam gerekir. Öyle ki, hemencecik “bu hadis Kur’an’a aykırıdır” sahtekârlığının ne kadar yüzeysel, ne kadar aceleci, ne kadar ilimden yoksun bir düşüncesizlik olduğu anlaşılsın!

Başta söyleyeyim ki, hadisler arasında çelişki görüp bunları gidermeye çalışmak doğal bir yöntemdir. Doğal olmayan, hadisleri hep ve sürekli çelişik ve tutarsız görüp hadisler hakkında şüphe uyandırmaktır. Hadisleri delil kabul etmeme cehaletinin onları sürekli Kur’an’a aykırı görmesidir asıl problem…

Hadisler arasında tutarsızlıklar görmenin en temel sebebi akla fazla güvenip acele etmek, ilmi bir tutumla araştırma yapmamaktır. Acele etmeden araştırma yapıldığında hadisler arası çelişkilerin yüzde 95 oranında çözüldüğü görülecektir. Hemen hatırlatayım: Nacizane tarafımızdan yazılan “Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler: Tespit ve Değerlendirme (İstanbul, 2025)” adlı çalışma 100 örneği bir araya getirmiş ve incelemiştir. Görülen o ki, bu aykırılık sadece iddiadan ibaret…

Burada hadislerde tutarsızlık gören kafa yapısının dikkat etmesi gereken birtakım mantık kurallarına dikkat çekmeyi umuyorum.

Bildiğim kadarıyla mantıkta bir kural vardır. Önce şu soruyu soralım: A’nın çelişiği nedir? Yani A cümlesinin yanında hangi cümle olursa onunla çelişki kabul edilmelidir? İlk planda akla gelen B cümlesinin olması gerektiğidir. Şöyle ki:

A- Ali okula gitti.

B- Ali eve gitti.

Zihne ilk gelen sanki bunların çelişik olduğudur. Zira Ali hem okula hem de eve gitmiş oluyor. Hangisine gittiği belli değil. Bu çelişik bir durumdur. Formel mantıkla buna yaklaşıldığında belki çelişiklik görmek mümkündür ama ihtimaller mantığından yola çıktığımızda burada çelişiklik görmek mümkün değildir. Çünkü;

Ali öğleden önce okula; öğleden sonra eve gitmiş olabilir. Ya da dün okula; bugün eve gitmiş olabilir. Bu ihtimaller olduğu müddetçe yukarıdaki iki cümleyi çelişik görmek söz konusu olamaz. O zaman A cümlesinin çelişiği gerçekten nedir?

A cümlesinin çelişiği şudur:

Ali okula gitti.

Ali okula gitmedi.

Evet çelişiklik budur, ancak bu bile ihtimaller mantığı düşünüldüğünde çelişik olarak kabul edilmeyebilir. Özellikle metin tahlillerinde Aristo mantığı veya formel mantık çok da geçerli bir yöntem değildir. İhtimallere dayalı yeni mantığın (yani olasılıklar mantığının, ki, bu mantık, ya siyah ya beyaz demez; siyah-beyaz arasında onlarca gri alanın olasılığından bahseder) metin tahlilleri yapmada çok daha isabetli bir yöntem olduğunu söylemek mümkündür.

Buna göre yukarıda zahiren çelişik gördüğümüz iki cümleyi şöyle anlamak mümkündür: 

Ali dün okula gitmiş; bugün ise gitmemiş olabilir. Ali öğleden önce okula gitmiştir, ancak öğleden sonra bir sebebe binaen gitmemiştir.

Bunları niçin söyledim? Kaynaklarımızda İbn Abbas’ın bir sözüne muttali oldum. Bu söz burada anlatmak istediğim şeyi gayet net bir şekilde ifade ediyor. Şimdi bu örneği görelim:

İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre bir kişi ona “katilin tövbesi olur mu?” diye sormuş İbn Abbas “olmaz” demiştir. Başka biri de aynı soruyu sorunca ona “olur” demiştir. (Hatib el Bağdadi, el-Fakih ve’l-mütefakkih, II, 393)

Şimdi bu iki cümleyi alt alta yazalım:

Katilin tövbesi mümkün değildir.

Katilin tövbesi mümkündür.

İlk bakışta burada bir çelişki olduğu açıktır. Ama -dediğimiz gibi- metin tahlili ihtimalleri değerlendirmeyi gerektirir. Bu ihtimaller ise çok geniş bir araştırmaya ve sağlıklı düşünmeye dayanır. Ancak bu meseleyi araştırmaya gerek yoktur. Zira İbn Abbas zaten aradaki farkı açıklamıştır. Olmaz ve olur arasındaki fark şöyledir:

“Birinci kişinin adam öldürmek için sorduğunu anladığımdan dolayı onu öldürmek fiiline teşvik etmemek için olmaz dedim. Diğeri ise öldürme fiilinden sonra sorduğu için onu da ye’se, ümitsizliğe sürüklememek için olur dedim.”

İşte böyle… Demek ki özellikle Kur’an ve hadisler söz konusu olduğunda ilk bakışta çelişik gibi gördüğümüz şeylere hemen burada çelişki ve tutarsızlık var yargısını vurmamak gerekir. Zahiren çelişik gibi görülen yerler muhakkak iyice araştırılmalı ve üzerinde tefekkür edilerek bir karara varılmalıdır. Bunun için de oldukça fazla kaynak eserimiz vardır. Hele onlara bakıp araştırma yapmadan çelişki ve tutarsızlık hükmüne varmak hevaya tabi olmaktan başka bir şey değildir.

Bunun ardından Kur’an-hadis ilişkisinde dört ilkeye dikkat çekip asıl konuya dönmek istiyorum:

  1. Hadislerin Kur’an aykırılığında kesinlik ilkesine dikkat edilmelidir. Şayet hadisi anlamada bir ihtimal varsa, aykırılıktan söz edilemez. O halde bütün ihtimaller tüketilmeden hemen Kur’an’a aykırılık damgası vurmak tehlikelidir.
  2.  İkinci husus, hadislerin Kur’an’a aykırılığını iddia ederken sübjektif tabiatımızın farkında olmamız gerekir.
  3.  Üçüncü olarak hadislerin Kur’an’a arzında Kur’an’ın bütünlüğüne dikkat edilmelidir. Parçacı bir yaklaşımla sadece bir grup ayet dikkate alınır, hadisler onlara arzedilirse şüphesiz sadece arzeden şahsın beklediği sonuçlar ortaya çıkacaktır. Daha objektif olabilmek için muhakkak konuyla ilgili bütün ayetler göz önünde bulundurulmalıdır.
  4.  Hadislerin Kur’an’a arzında önce hadislerin doğru anlaşılması sağlanmalıdır. Önce hadisleri yanlış anlayıp sonra arza başvurmak sağlıklı sonuçlar vermez. Bu çerçevede Kur’anî kavramlar ile hadiste kullanılan kavramların mukayesesi iyi yapılmalıdır.

Şimdi geldik twitterdaki yazıya…

“Kur’an mı, Buhârî mi?”

(Gelenekçi): “Kardeşim, biz dinimizi Buhârî ve Müslim’den öğreniyoruz. Onlar olmasa İslam’ı nasıl anlayacağız?” Öyle mi diyorsun? O zaman gel bakalım, Kur’an ne diyor, Buhârî ne diyor, karşılaştıralım.

Bir dakika! Ben mutlak gelenekçi değilim ama bir gelenekçi dinini nerden öğreniyor? Dininin kaynakları arasında Kur’an yok mu? Bu nasıl bir zeka seviyesidir? Neyine cevap vereceğim bilemiyorum. Geçtim.

  1. Kur’an diyor ki: “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” Ama Buhârî diyor ki: “Ölü, ailesinin ağlaması yüzünden azap görür.” Hangisine inanırsın?

İkisine de inanırım. Zira aralarında çelişki yoktur. Ama farklı anlamlarının olduğu açıktır. Sen dalga geçer gibi bunu söylüyorsun ama biraz araştırsaydın bunu tespit edebilirdin. Hatta biraz kaynaklara baksaydın bu hadisle ilgili güzel tartışmaların olduğunu da görürdün. Zira bu hadisi ilk olarak Hz. Aişe validemiz tenkit etmiştir. O da bu hadisi mezkur ayete aykırı görmüştür. Ama kaynaklarımız o kadar güzel ki, alimlerimiz Hz. Aişe’nin tenkitini tenkit etmiştir. Hz. Aişe validemize olan hürmet onu tenkit etmeye mani olmamıştır. Çünkü bu hadis tek bir sahabeden değil üç sahabi’den nakledilmiştir. Dolayısıyla hadiste bir yanlış, bir yanılma olması söz konusu değildir. Bu durumda hadisin manasına odaklanılmış, ne kastediliyor diye tefekkür edilmiştir. Mesela, Buhârî şârihi Aynî’nin, kendisinden önce hiç bir şârihin işlemediği kapsamda ele aldığını söyleyerek değerlendirdiği sekiz kadar görüşün en isabetlisi, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun, kendisine ağlanmasını vasiyet edenlerin niyâha sebebiyle azâb olunacağı şeklindeki yorumudur. Bizzat Buhari’nin kendisi de bu hadisin anlamını ortaya koymuştur. Buna göre Buharî şu açıklamayı yapmıştır: “Hadisteki azâblanmaya sebeb olan ağlama, sağlığında ölülere feryâdla ağlama, ölünün kendi âdeti ve hayât yolundan olduğu zamandır.”  (Cenaiz, 32) O zaman ölü ardından feryat etmek kendisinin âdeti değil ise ölü azap görmez. Yani ailesinin bunu yapacağını bilmeyen veya onların böyle yapmalarını yasaklamak suretiyle üzerine düşeni yapan kimse için başkasının yaptığı fiilden dolayı sorumluluk yoktur. Buhârî, özetle kendisi sebep olmadıkça kişinin bir başkasının fiilinden dolayı azap görmeyeceğini söylemektedir.  Dolayısıyla burada bir başkasının günahını yüklenme söz konusu değildir. 

2. Devam edelim. Kur’an diyor: “Dinde zorlama yoktur.” “Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğdir.” Ama Buhârî diyor: “İnsanlarla, ‘La ilahe illallah Muhammedun Resulullah’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.” Kur’an özgürlük derken, Buhârî zorlama emrediyor. Ama o, iman etmeyenlere karşıydı belki. Kur’an zaten açık söylüyor: “İman etmeye zorlayacak mısın?” Zorlama yok, tehdit yok, sadece tebliğ.

“Muhammedun Resulullah” ifadesi hadiste yok ya, hadi bu, önemli değil diyelim. Ayrıca Buhari’nin zorlama falan emrettiği yok! O sadece duyduğunu/hocalarından öğrendiğini naklediyor. Bu şekil terbiyesizce lafları geçiyorum. Ayet ile hadise baktığımızda aralarında hiçbir çelişki yoktur. Ayet bir insanı zorla dine sokmanın veya zorla iman ettirmenin mümkün olmadığını ifade ediyor. Hadis ise başka şey söylüyor. Buna göre hadisin iki yorumu söz konusudur:

  1. Hadisteki “insanlar” lafzından kasıt Arap müşrikleridir. Her insan değil, ayrıca kıyamete kadar her insan da değildir. Arap müşriklerinin Müslümanlara nasıl zulüm, işkence ve haksızlık yaptığı, Müslümanları savaşa zorladıkları bilinen tarihi bir gerçektir. Böyle insanlarla savaşılması istenmektedir. Üstelik bu insanlar bile la ilahe illallah dediklerinde savaş sona erdirilecektir. Anlatılmak istenen budur.
  2. İnsanlardan maksat Arap müşrikleri değil de tüm insanlar da olabilir. Bu durumda anlatılmak istenen şudur: İnsanlar kafir olduğu için değil, zulmettikleri için, baskı ve dayatmalarda bulundukları için, inanç özgürlüğünü engelledikleri için, ola ki, müslümanlar bu tür insanlarla savaşmak durumunda kalırsa, la ilahe illallah demeleri halinde savaş olmayacak veya savaş son bulacaktır. Savaşın bitmesi savaşın başında veya sonunda olabilir. Savaşın başında son bir kez kelime-i tevhid teklif edilir, eğer kabul ederlerse savaş olmaz. Savaş başlamış, ilerleyen safhada la ilahe illallah derlerse bu da savaşı sona erdirir. O zaman demek ki mana “insanlar la ilahe illallah demedikleri için, kafir oldukları için “savaşmak” şeklinde değil, aksine insanlar la ilahe illallah dediklerinde savaşı sona erdirmek içindir. Kısaca hadis la ilahe illallah’ı savaş sebebi olarak değil, savaşın sonucunu belirleyen bir söz olarak ifade etmektedir.

3. Peki ya “Resul ayetleri unuttu” rivayeti? İşte orada da çelişki var. Kur’an diyor: “Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen unutmayacaksın.” Ama Buhârî diyor ki: Aişe’den rivayet – Resul, bir adamın gece okuduğu ayeti duyunca “Beni falanca ayeti hatırlattı, unutmuştum” demiş. Demek ki Buhârî’ye göre Resul unutur ama Buhârî unutmaz; çünkü 100.000 hadis ezberlemiş! 

a. Bir kere ayet eksik aktarılmıştır. Ayetin bütünü şöyledir: “Sana Kur’an’ı okutacağız; sen onu unutmayacaksın – ancak Allah’ın dilediği müstesna.” (A‘lâ, 6-7) Demek ki, Allah dilerse “unutma” olabiliyormuş! O zaman denilebilir ki, ayetteki “فَلَا تَنسَىٰٓ” (unutmayacaksın) ifadesi mutlak bir unutmazlık vaadi değil, Allah’ın iradesine bağlı bir koruma anlamındadır.
Zaten hemen ardından gelen ifade “إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ — ancak Allah’ın dilediği müstesna” şeklindedir. Yani anlamı şudur: “Biz sana Kur’an’ı okutacağız; onu kalbinde koruyacaksın, Allah dilemedikçe unutmayacaksın.” Yani Allah herhangi bir hükmü yürürlükten kaldırmak istediği zaman onu peygambere unutturur. Dolayısıyla bazı ayetlerin neshi veya hikmeti gereği unutturulması da Allah’ın dilemesiyle mümkündür.

b. Bir diğer yorum şöyledir: Bu ayet -tıpkı “Gerçek şu ki, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” (bk. İsrâ, 86) meâlindeki âyette ve benzerlerinde (meselâ bk. Hûd, 107-108) olduğu gibi- peygamberin unutmasını Allah’ın hiç dilemediği, dolayısıyla onun da hiçbir zaman unutmadığı” anlamına gelir. Yani Allah, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” buyurmuş, ama bu, hiçbir zaman olmamıştır. Aynı şekilde Allah, “dilerse unutturacağını” buyurmuş ama hiçbir zaman bunu yapmamıştır.

c. Son yorum da şöyledir: “Sizler ancak rabbinizin (bunu) dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz” (İnsan, 30) âyetinde olduğu gibi A’la, 7. ayettinde de ilâhî bir kanuna, bir ilkeye atıf yapılmaktadır. Kulunu yaratılış amacına uygun olarak şekillendiren ve donatan Allah’tır. O böyle yapmasaydı insan böyle olmazdı; düşünemez, konuşamaz, aklında tutamaz, unutamazdı. 6. âyete göre Resûlullah, kendisine okutulanı (Kur’an’ı) asla unutmayacaktır; ancak bu, Allah istediği için böyledir; unutmasını isteseydi elbette unutacaktı.

Hangi yorumu kabul edersek edelim hadisle aralarında en ufak bir çelişki yoktur. Önce hadisin tamamını hatırlayalım: Hz. Âişe şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v), bir adamın gece Kur’an okuduğunu işitti ve buyurdu ki: ‘Falanca ayeti bana hatırlattı; ben onu unutmuştum.’”

Bu rivayeti, “vahyin unutulması” şeklinde, yani vahyin Resulullah’ın kalbinden bir daha hatırlamamak üzere silinip gittiği şeklinde anlamak mümkün değildir. Hadiste kastedilen unutma, vahyin kalpten tamamen silinmesi değil, bir süre hatırlamama anlamındadır. Allah’ın dilemesiyle, sonra hatırlamıştır. Bu olay, Peygamber’in insan oluşunun bir tecellisidir. Vahiy konusunda Allah onu korumuştur; ama insan olarak hatırlamada veya okumada kısa süreli unutma mümkündür. Demek ki, hadiste Hz. Peygamber’in beşerî durumuna atıfla tamamen değil, kısa süreliğine unutması söz konusu edilmiştir.

Kur’an’da unutmazlık: Allah’ın dilediği sürece vahyin korunması anlamındadır. Hadisteki unutma: Allah’ın dilemesiyle gerçekleşen geçici bir hatırlamama olayıdır. Dolayısıyla, Kur’an ile hadis arasında çelişki yoktur. Bu olay, Peygamber’in insanî yönünü; kısa süreliğine olsa da unutmanın Allah’ın takdiriyle olabileceğini gösterir.

4. Kur’an’da: “Vasiyet anne babaya ve yakınlara farzdır.” Buhârî’de: “Varise vasiyet yoktur.” Hangisini uygulayacaksın? Kur’an’ı tercih ederim, çünkü o Allah’ın sözü.

Burada iki yorum vardır. Önce vasiyet ayetini kaydedelim: “Sizden birisine ölüm yaklaştığı vakit, eğer ardında mal bırakacaksa, vasiyet etmek farz kılınmıştır. O kimse anne ve babasına ve akrabasına uygun şekilde vasiyetini yapsın. Bu, Allah’tan sakınanlar üzerine bir borçtur.” (Bakara, 180)

a. Genel kanaate göre (ki, bu, İbn Abbas’ın tefsirine ve sahabenin buna katılmasına dayanmaktadır) bu ayet Nisa suresinin baş kısımlarındaki miras paylarını belirleyen ayetlerle neshedilmiştir. Ayet şöyle: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. (Mirasçılar) ikiden fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, anne babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır…” (Nisa, 11)

Bu durumda hadis sadece miras ayetini te’yid etmiştir.  Şöyle ki: İslâm’dan önce Araplar’da miras taksimi şöyle yapılırdı: Ölenin erkek çocukları varsa bütün mirası onlar alırlardı. Erkek çocuğu olmayanın malı yakından uzağa doğru diğer erkek akrabasına kalırdı. Bazan vasiyet yoluyla çocuklara, akrabaya ve arkadaşlara da mal bırakıldığı olurdu. Bu âyet başta ana ve baba olmak üzere, kadın erkek ayırımı yapmadan bütün akrabaya vasiyet etmenin gerekli bulunduğunu ifade ederek müminleri, daha sonra gelecek olan miras hükümlerine hazırladı. Nisâ sûresindeki miras âyeti, zaten mirastan pay almakta olan bu erkekleri doğrudan zikretmeksizin kadın akrabayı da mirasa dahil etti. Böylece miras âyeti hak ve paylar şeklinde mirasın nasıl paylaştırılacağını belirlemiş oldu. Hz. Peygamber’in Vedâ haccında, “Allah her hak sahibine hakkını vermiştir, artık vâris olana vasiyetle mal bırakmak yoktur” buyurarak mezkur miras ayetini te’yid etmiştir. Burada altını çizelim: hadis yeni bir hüküm getirmemiş, sadece miras ayetini te’yid etmiştir.

b. İkinci yoruma göre “Üzerinize yazıldı” ifadesi bağlayıcı hüküm (farz, vâcip) getirdiği için önce farz kılınan vasiyet, miras âyeti gelince kısmen değiştirildi ve artık farz olmaktan çıktı, teşvik ve tavsiye edilmiş (mendup) bir davranış haline geldi. Dört mezhep imamının da dahil bulunduğu müctehidlerin çoğunluğu bu hükmü benimsemişlerdir.

Bu yorum kabul edildiğinde de hadiste bir sorun yoktur. Zira bu durumda miras ayeti, farz hükmünü kaldırmış, hadis de onu yine te’yid etmiştir. Yani varise vasiyet bağlayıcı, farz olarak yoktur, ancak mendup olarak vardır.

O zaman demek ki, ayetle hadis arasında çelişki yoktur.

5. İyi o zaman, devam edelim. Kur’an der ki: “Kim dininden dönerse, Allah onların yerine kendisini seven bir topluluk getirir.” Ama Buhârî der ki: “Kim dinini değiştirirse, öldürün.” Biri özgürlük, diğeri ölüm. Ama din değiştirmek tehlikeli olabilir. Ama Kur’an’a göre değil.

Bu ayetle ilgili iki yorum vardır.

  1. Bir kere mezkur ayet dinden dönenlerin dünyevî cezası hakkında değil, Allah’ın dinini koruyacağı ve müminlerin yerini yenilerinin alacağı hakkındadır. Ayet, Allah’ın dinini zayıflatmak isteyenlerin zarar veremeyeceğini, onların yerine Allah’ın yeni bir topluluk getireceğini bildirir. Yani ayet “mürtede ne yapılır” sorusuna cevap değil, “Allah’ın dini hiçbir surette zarar görmez” mesajını vermektedir.
  2. Bakara sûresinde ve burada dininden dönen kimselerden ve bu davranışın doğurduğu sonuçlardan söz edildiği halde ölüm cezası zikredilmemiştir. Böylesine büyük bir cezadan yeri geldiği halde söz edilmemiş olması, ölüm cezasının yalnızca dinden dönme günahının değil, müslümanlara karşı savaş durumuna geçme suçunun karşılığı olduğu anlayışını desteklemektedir.

Hadise gelince mürtedin öldürüleceğini beyan etmektedir. Ancak hangi tür mürted sorusunun cevabı hadiste yoktur. Onun cevabı tarihte vardır. Hz. Ebu Bekir dönemindeki ridde olaylarına baktığımızda meselenin devleti tanıyı tanımama, devlete isyan edip etmeme ile ilgili olduğunu görüyoruz. O zaman irtidat devlete başkaldırı, isyan, İslam toplumunu ifsad etmek, anarşi çıkarmak ise cezası ölümdür. Ama ferdi bir hareket ise, irtidat edenle sınırlı olup başka amaçlar gütmüyorsa, onun cezası ölüm değildir. Devlet bu tip insanları göz hapsine alabilir, takip edebilir, ama ölüm cezası vermek uygun değildir. Onun için ağır ve hafif irtidat ayırımı yapılmıştır. Ben buna “aktif ve pasif irtidat” diyorum. Ağır irtidat bugünkü tabirle “vatan hainliği”ne tekabül etmektedir. Bunun affı mümkün değildir. Ama hafif irtidat bunun dışındaki olaylardır.

Durum böyle ise denilebilir ki, ayet, mürtedin cezasından bahsetmemektedir. Hiç kimsenin bu dine zarar veremeyeceğinden, bu dine karşı hareket yapanın ancak kendine zarar vereceğinden bahsetmektedir. Hadis ise özellikle ağır irtidat suçunu işleyenin cezasını dile getirmektedir. Dolayısıyla aralarında çelişki yoktur.

6. Devam edelim: “Herkes ancak kendi yaptığının karşılığını görecektir.” Ama Buhârî ve Müslim’de: “Hiç kimseyi ameli cennete sokmaz.” Resul dahil! Kur’an ise, amelin karşılığını alacağını söylüyor. Sanki Buhârî başka bir din anlatıyor gibi.

Terbiyesizlikleri geçiyorum.

Kur’an adalet (hak) düzleminde, hadis rahmet (lütuf) düzleminde konuşmaktadır. Manası şudur: Ameller, Allah’ın rahmeti olmadan kimseyi cennete sokmaya yeterli değildir. Çünkü cennet sonsuz bir nimettir; sınırlı bir amel buna denk olamaz. Ama Allah, rahmetiyle o ameli kabul eder, büyütür ve kulunu cennete koyar. Yani amel “sebep”tir, “hak ediş” değildir. Hiçbir amel Allah’ın cennetini hak ettirecek ölçüde büyük olamaz – çünkü cennet, sonsuz bir lütuftur.

Ayetlerdeki “amellerin karşılığı”k ifadesi, Allah’ın adaletiyle muamele etmesine göredir. Hadisteki “amelle cennete girilmez” ise, cennetin asıl kazanılmasının rahmete bağlı olduğunu gösterir. Ameller, rahmeti celbeden vesiledir; sebep ile müsebbeb birbirine karıştırılmamalıdır. Yani: Amel = vesile, sebep. Rahmet = asıl kazandıran.

Biraz daha açalım:

Cehennem günah ve hatalarımızın karşılığı iken, cennet amel ve iyiliklerimizin karşılığı değildir. Ancak Allah’ın bir lütfü ve fazlıdır.

Cennetin, Kur’an’da bazen insanların çalışmasının bir kazancı olarak gösterilmesi, insanı onurlandırmaya yönelik bir iltifattır. Yoksa, gerçekte insanların yaptığı bütün ibadetler, Allah’ın daha önce insana verdiği nimetlerin tam bir şükrü bile olamaz.

İnsanı yoktan var etmesi, bin bir çeşit maddî manevî cihazlarla donatması, imanı nasip etmesi, her an muhtaç olduğu ışığı, havayı suyu ve gıdayı kendisine sunması, yeryüzünü kendisine bin bir çeşit nimetlerin dizildiği bir nimet sofrası halinde sergilemesi vs. gibi nimetlerin şükrünü eda etmekten çok uzak olduğumuz bir gerçektir. Bütün dünya verilse, bir gözümüzü vermeyiz. Onun için, bu ibadetleri bundan sonraki hayatta verilecek nimetlerin bir bedeli gibi algılamak, hiç de doğru değildir. Allah, insana sayısız nimet ve ihsanlarda bulunmuştur. İnsan bu sayısız nimet ve ihsanların şükrünü eda etmekten aciz olduğu için, başka bir nimeti hak etmesi mümkün değildir. Yani insan, halihazırda verilen nimetlerin şükrünü eda etmekten aciz kalırken, gelecekte verilecek cennet gibi külli nimetleri hak edip, “Bu cennet amelimin bir neticesidir.” demesi asla doğru değildir.

Sayılan bütün nimetler verilmiş ve sabık nimetlerdir. Hepsi şükür ve ibadet isterler. İnsan bu verilen külli nimetlerden kaçının şükrünü eda etti de cennete gözünü diksin, “amelimin neticesidir” diyebilsin. Bu yüzden hiçbir insan, -peygamberler de dahil- cenneti hak edip, amelinin neticesi olarak göremez. Cennet hiçbir insanın alın terinin karşılığı değildir; ancak ve ancak Allah’ın kerem ve fazlının bir ikramı, bir ihsanıdır.

7. Yazının son örneği: Kur’an diyor ki: “Sen ölülere duyuramazsın.” Ama Buhârî’de Resul, ölü müşriklere seslenip onlarla konuşuyor. Kur’an’a göre ölü işitmez, Buhârî’ye göre işitir. Peki, o zaman… kimi takip edeceğiz? Cevap basit: Kur’an’ı. Çünkü o, Allah’ın sözü.

Burada ayet eksik aktarılmıştır. Tamamı şöyle: “Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen kabirlerdekilere de işittirecek değilsin! Sen ancak bir uyarıcısın.” (Fatır, 19-23)

Bir kere dikkat edelim: Rabbimiz, dilediğine işittirebileceğini söylemektedir. Bunu bir yere not etmek lazım. Ama ayette siyak sibaka bakıldığında kabirdekilerin işitmesinden bahsedilmemektedir. Burada bir benzetme yapıldığı açıktır. “Sen kabirdekilere, yani ölülere işittiremezsin” şu demektir: Getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkârcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzemektedir. Ölüler işitmediği gibi böyle diriler de ölüler gibi olmuş, kulaklarını hidayete tıkamışlardır.

Hakiki anlamda alınırsa mana şöyle olur: Ey Peygamber sen uyarıcısın! Ama kabirdekileri uyarman artık mümkün değildir. Ölüler diri gibi değildir. Ölülerin defteri/dosyası kapanmıştır. Onlar seni işitse bile sana cevap veremezler. “Sen onlara işittiremezsin” demek sana cevap veremezler demektir. Dolayısıyla hidayet meselesi onlar için bitmiştir.

Burada ayrıca “işittirme” ile “işitme”nin de arası ayırt edilmelidir. Kur’an’da bahsedilen “işittirme”dir. İşittirme de dediğimiz gibi onların hidayetiyle alakalı bir şeydir ki, mümkün değildir. Zira cevap veremezler. Ama ölüler, dirilerin bazı sözlerini işitebilirler. Burada cevap verme yoktur. Sadece işitme vardır. Zira ruhlar ölü değildir. Cevap veremeseler bile işitmeleri gayet mümkündür. Konuyla ilgili başka hadisler vardır, oraya girmiyorum.

Buna göre hadislere dönersek önce bir hatırlayalım: Bedir Savaşı’nda kalib kuyusuna atılan müşriklere hitaben, Efendimiz (a.s.) “Allah’ın bize vâd ettiği şeylerin hak olduğunu gördük; siz de size vâd edilenlerin hak olduğunu gördünüz mü?”-ayetten iktibas ederek- sorar. Bunun üzerine Hz. Ömer “Yâ Resûlellah nasıl ruhsuz cesetlerle konuşuyorsunuz?” diye sorar. Bunun üzerine “Siz onlardan daha fazla -bu sözlerimi- işitiyor değilsiniz. Yalnız onlar bu gün cevap veremezler.” diye buyurur. 

Şimdi bu hadis açık değil midir? Ayetle çelişik olduğu nasıl söylenebilir? Bizzat hadiste ölülerin cevap veremeyeceği gayet açık olarak dile getirilmektedir. Kalib  kuyusundaki müşriklere tevcih edilen soru, gerçekten cevabı istenen bir soru değil, bir azarlama sorusudur. Onun için orada “onlar cevap veremezler” ifadesiyle, bu sorunun cevap almaya yönelik değil, tevbih ve azarlamaya yönelik olduğuna işaret edilmiştir.

8. Bir örnek de ben ilave edeyim demiştim: Buhari diyor ki: “Dehre/zamana sövmeyin, zira dehr Benim.” Kur’an diyor ki: “Allah, yaratılan hiçbir şeye benzemez.” İşte Buhari, yukarıdaki mantığa göre Kur’an’a aykırı hareket etmiş oluyor!

Oysa aralarındaki çelişki görünürdedir. Hakiki bir çelişki yoktur. Hatta diyebilirim ki, hadis veciz ifadesiyle muazzam mesaj vermektedir. Hadisi iki şekilde açıklamak mümkündür:

Birinci izahı ilkokul talebesi bile yapar ve hadisi gayet rahat anlar. Buna göre “zaman Benim” demek “zamanın yaratıcısı Benim” demektir. Zaten hadisin bazı tariklerinde bu durum ifade edilmiştir. İfade edilmeseydi bile ilk bakışta burada zamanın yaratılmışlığından, Allah’ın sahip ve yöneticisi olduğundan bahsedildiği hemen anlaşılır.

Asıl mesaj bu yorumda var. Malum olduğu üzere cahiliye halkı, başlarına gelen kötülük ve musibetlerin zamandan kaynaklandığına inanıyor ve zamana sövüp sayıyorlardı. Dikkat edilirse bu cahiliye inancı “kahrolsun felek!” denilerek hala yaşatılmıyor mu? İşte tam da bu durumda “zamana sövmeyin, feleğe hakretmeyin zamanın da feleğin de sahibi Benim” demek şu anlama gelir: Sizler başınıza gelen musibetleri zaman veya felekten biliyorsunuz. Oysa zamanın da feleğin de elinde bunları gerçekleştirecek bir kudret yoktur. Onlar da yaratılmıştır. Hal böyle iken kalkıp onlara sövüyor ve kahrediyorsunuz. Yaptığınız bu hakaretler dolaylı olarak zamanın ve feleğin sahibi olarak Allah’a dokunmayacak mıdır? Ey mü’minler feraset sahibi, uyanık, şuurlu olun. Ağzınızdan çıkanı kulaklarınız duysun. Allah’ın yarattığı masum bir varlıklara sövmek, kahreylemek dolaylı olarak Allah’a sövmek ve kahreylemek anlamına gelir. Yapmayın!

İşte hadis böyle anlaşılırsa ayetle aralarında en ufak bir çelişkinin de olmadığı görülmüş olur.

Şimdi sorarım: Hiç araştırmadan, en ufak bir kaynağa bakmadan, ilmin hakkını vermeden Kur’an ile Buhari’yi karşı karşıya getirenlerin ve böylece gençlerin zihnini şüphe bataklığına sokmak isteyenlerin hiç vebali yok mudur? Ben kesinlikle olduğuna inanıyorum. Tevbe etmeden ölürlerse ahirette çetin bir hesap vereceklerini düşünüyorum. Neden mi? Allah şöyle buyuruyor da ondan: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 36)

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir