İçeriğe geç

M. SAİT HATİPOĞLU VE GOLDZİHER II

AHMED NAİM, GOLDZİHER VE HADİS-SÜNNET FARKLILIĞI

Önce Ahmed Naim’den bahsetmeliyiz. Hoca Ahmed Naim’i Goldziher’i görmemekle eleştirmiş ve hadis-sünnet meselesini karıştırmıştı. Goldziher ise hadis-sünnet farkını iyi anlamıştı. Bugün de bu hadis-sünnet farklılığı revaçta gözüküyor. Konu oldukça uzun. Ben bazı kitap ve makale çalışmalarımda ziyadesiyle bu meseleye değindim. Sadece Ahmed Naim ve Goldziher üzerinden kısaca buna temas etmek istiyorum. Önce Hatipoğlu Ahmed Naim hakkında ne dedi, ona bakalım:

“Sünnet alelekser Peygamberimize izafe olunan kavil ve fiil ve takrire denir ki, usul-i fıkıh ulemasına göre hadis müradifidir. Hadis lafzını yalnız merfu hadislere tahsis eden muhaddisine göre ondan e’amdır, yani her hadis sünnettir, lakin her sünnet hadis değildir.”

Hatipoğlu’nun yorumu şöyledir: “Hz. Peygamber’in kavlinde sünnet çıkarılabilir bilgi bulunabilir de bulunmayabilir de. Yani onun her hadisi sünnet değildir. Dolayısıyla sünnet ve hadis müradiftir de denilemez. Mesela, tırnak kesmenin sünnet olduğunu bildiren pek çok hadis var, cümlesinde hadisin yerine sünnet; sünnet kelimesinin yerine hadis konulamaz.” (s. 25)

Şimdi dikkatli incelememiz gerekir. Ahmed Naim, kullanımlardan değil, tanımlardan, yani ıstılahlardan bahsediyor. Kullanımlar farklı farklı olabilir, her bir alim bir kelimeyi farklı anlamda kullanabilir, ama ıstılaha gelince burada kelime standart bir anlama kavuşur. Ahmed Naim, ulemanın işbu ıstılahlarından bahsetmektedir. Buna göre çoğu alim sünneti, kavl, fiil ve takrir olarak tanımlamaktadır. Usul-i fıkıh ulemasına göre bu tanım hadisin tanımıyla aynıdır. Hadis lafzını sadece merfu hadislere tahsis eden muhaddislere göre hadis sünnetten daha umumidir. Yani hadis, kavl, fiil ve takririn yanında ahvali de kapsar. Ahval Hz. Peygamber’in halkî ve hulkî vasıflardır. Yukarıdaki sünnet tanımında bu ahval yoktur. Sebebi, tanımın teşri’î öncelikli olmasıdır. Hz. Peygamber’in ahvali teşri’in konusu değildir. Buna göre her hadis sünnettir, yani her hadis kavl, fiil ve takriri içerir. Ama her sünnet hadis değildir, yani her sünnet ahvali içermez. Sadece kavl, fiil ve takriri içerir.

Ahmed Naim, tanımın içeriğini ve bunun umum-husus durumunu konu ediniyor. Hatipoğlu’nun zihninde ise sünnetin hüküm/teşri’î fiil olması anlamı vardır. Verdiği örnekten de bu anlaşılmaktadır. “Tırnak kesmek sünnettir.” Yani bir hükümdür, teşri’î bir fiildir. Bu hükümden de kasıt onun mendup olmasıdır. Tırnak kesmenin sünnet, yani mendup olduğunu gösteren pek çok hadis vardır. Burada sünnet hüküm, hadis şifahî rivayet anlamında kullanılmıştır. Böyle bir kullanım da mevcuttur. Ahmed b. Hanbel’in “Bu hadiste beş sünnet var.” İfadesi bu anlama gelir.

Şöyle bir cümle kuralım: Tırnak kesmenin sünnet olması sünnetle sabittir. Doğru bir kullanım mıdır? Evet, doğrudur. Ve bu ifade usul-i fıkıhçılara aittir. Onlar sünneti delil olarak dikkate almaktadır. Tırnak kesmenin sünnet olması sünnet deliliyle sabittir. Peki burada sünnet yerine hadis koyabilir miyiz? Koyabiliriz. Şöyle olur: Tırnak kesmenin sünnet olması hadisle sabittir. Yukarıdaki cümlede birinci sünnet hüküm/fiil anlamına gelirken ikincisi delil anlamına gelmektedir. Birincisinin yerine hadis koymak mümkün olmazken ikincisinin yerine hadis koymak gayet mümkündür. O zaman tekrar vurgulayalım: Ahmed Naim “Her hadis sünnettir” derken vurguladığı her hadisin kavl, fiil ve takriri içermesidir. Hatipoğlu ise “hayır, her hadis sünnet olamaz” derken kastettiği ise her hadiste, şifahî rivayette, sözde; bir uygulamanın veya bir hükmün geçmesinin zorunlu olmadığıdır. Elbette böyledir. Her iki ilim adamı da doğru söylemektedir, ama Hatipoğlu Ahmed Naim’in meramını başka türlü anlayınca iş içinden çıkılmaz hal almıştır.

Bugün hadis-sünnet farklılığı moda olmuştur. Lakin ciddi hatalar yapılmaktadır. Sebebi, kaynaklarda ıstılah ile kullanım farklılığına dikkat etmemektir. Bir örnek de ben vereyim: Kaynaklarda şöyle bir ifade geçer: “Amel, hadisten hayırlıdır.” İlk bakışta şaşırtan bir ifadedir. Ne demek amelin hadisten daha hayırlı olması? Amel dediğimiz nedir? Herhangi bir uygulama mı? Böyle ise nasıl hadisten daha hayırlı olur? Tabii bu ifadenin Malikilerin kitaplarında geçtiğini göz önünde bulundurduğumuzda hemen şunu anlarız: Hımm, burada amel Medine ameli anlamında kullanılıyor. Hemen bir not: Malikiler Medine amelini “sünnet” olarak da ifade ediyorlar. Peki amel Medine ameli olunca cümleyi tekrar yazalım: “Medine ameli, hadisten hayırlıdır.” Oldu mu? Tam olmadı. Nasıl olur? Medine ameli ne ki, hadisten hayırlı olsun? Demek ki, yine kafalar karışık! Biraz daha izaha ihtiyaç var. Buradaki hadisi, ahad hadis, yani bir kişiden nakledilen hadisi olarak düşünelim. Medine ameli de bin kişinin fiilî nakli olsun. Şimdi cümleyi tekrar kuralım: Bin kişinin bin kişiden nakli olan Medine ameli, bir kişinin bir kişiden nakli olan haber-i vahidden daha hayırlıdır, daha tercihe şayandır. Oldu mu? Oldu, artık.

Burada bir noktaya daha temas etmemiz lazım. Hatipoğlu Ahmed Naim’in “merfu hadis” dediği şeyi “Hz. Peygamber’in kavli” olarak anlayıp daraltmaştır. “Kavil” söz demektir. Hadis, söz, fiil ve takrir… Kavilde sünnet olamayabilir, ama hadiste sünnet olmaması düşünülebilir mi? Bu durumda sünnete yüklediğimiz anlam önem kazanıyor. Sünnet Hz. Peygamber’in fiili mi, teşri’î bir hüküm mü? Sünneti hüküm değil de fiil olarak düşünürsek hadiste sünnet olmaması düşünülemez. Hadis o kadar kapsamlı tarif edilmiştir ki, Hz. Peygamber’in “herşey”ini içine almıştır. Bu durumda şöyle diyebiliriz: Her hadis sünnet yani fiil içermez; ama her sünnet, yani fiil muhakkak hadis ile bize gelmiştir. Burada tevatür ile gelen uygulamaları ayrı tutmamız gerekir. Tevatür için ayrıca bir hadisin bulunması gerekmez. Burada hemen hatırlatalım: Biz fiil ile teşri’î hüküm arasını ayırarak böyle dedik. Ama Hz. Peygamber’in her fiilinin –kendine has olmadıkça- teşri’î hüküm kapsamına girdiğini söyleyenler de vardır. Bu durumda Hz. Peygamber’in fiili mubahı, cevazı ifade eder. Bu da nihayetinde bir hükümdür. Buna göre şöyle demek mümkündür: Hz. Peygamber’in her sünneti, fiili hadistir, yani hadis ile bize gelmiştir, her hadis sünneti, fiili içerir.

İlk dönemde kullanılan kavramlar dikkatli analiz edilmelidir. Hadis, sünnet, fıkıh, ilim, re’y, amel gibi kelimeler esnek anlamda kullanılmışlardır. Bunların hangi bağlamda hangi anlamı ifade edecek şekilde kullanıldıkları ciddi araştırma konusudur. Onun için hemen farklı bir kullanımı görüp “aaa demek ki, öyle değil!” diye yargıda bulunmak acelecilikten başka bir şey değildir.

Şimdi Goldziher’de hadis-sünnet farklılığına bakalım. Gerçekten Goldziher’in hadis ve sünnet farklı şeylerdir deyişi çok kimseyi etkilemiştir. Özetle Goldziher şunu iddia etmektedir:

“Sünnet başka bir şeydir, hadis başka bir şeydir. Buna göre hadis Peygamber’e isnad edilen şifahi rivayetler bütünü, nazarî zapttır; sünnet ise dini veya hukukî bir hususla ilgili eski Müslüman cemaatinde cari olan amelî kaidelerdir, dinî maksatların uygulanmasıdır. Dolayısıyla sünnet için, o sünneti tasdik eden benzer bir hadîsin olması zaruri değildir. Hadîsin muhtevasıyla sünnetinkinin tenakuz halinde olması mümkündür. Hadîs ve sünnet arasındaki zıtlık hadîs kitaplarında da mevcuttur. Abdurrahman b. Mehdî’nin şu sözünden bunu çıkarmak mümkündür: “Süfyan es-Sevrîhadîste imam olup sünnette imam değildir; Evzaî, sünnette imam olup hadîste imam değildir; Malik ise, her ikisinde de imamdır.” Aynı şekilde Ebu Hanîfe’nin arkadaşı Ebu Yusuf’dan “hadîs ve sünnet sahibi” diye bahsedilirdi.” (s. II, 27-29)

Goldziher’in bu izahının arkasında, yani hadis ile sünneti ayırmasının arkasında hadisi sadece şifahî rivayetlere, sünnete örf ve uygulamaya indirgemek vardır. Peki bu ne anlama gelmektedir? Şu anlama: Hadis, içinde kesinlikle fiil, uygulamayı barındırmamaktadır. Hadis sadece şifahî bir rivayet olayıdır. Sünnet ise toplumun örf ve uygulamasıdır. Hadis ise en ufak bir ilgisi yoktur. Şimdi Goldziher’in meşhur teorisini hatırlayalım: Hadis, muahhar dönemden kelamcı, fıkıhçı ve siyasilerin çatışmalarının bir sonucudur. İki kelamî grup çatışmış, farklı görüşler ortaya çıkmıştır. İki siyasî grup (mesela Emevî ve Abbasiler) çatışmış ve farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır. Hadis bu görüş ve uygulamaların Hz. Peygamber’e isnad edilmesidir. Hadis ne idi? Sadece şifahî rivayetler… Sünnet de, toplumdaki uygulamalar… Bu uygulamalar hadis formuna sokulmuş, Hz. Peygamber’e isnad edilmiştir. Mesele bundan ibarettir. Bunu söyleyebilmek, dinî anlamda Hz. Peygamber’den hiçbir şeyin otomatik olarak gelmediğini ispatlayabilmek için hadis sadece şifahî rivayetler; sünnet de sadece Hz. Peygamber’le alakası olmayan toplumdaki uygulamalar olmak zorundaydı. Geriye sadece hadis ve sünnetin farklı olduğuna dair kaynaklardan delil toplamak kalmıştı.

Goldziher’in yukarıda bir takım delilleri zikredildi. Benim anlayamadığım hadis ve sünnetin farklı oluşuna dair Malikilerin kitaplarının neden delil olarak zikredilmediğidir. Zira sünnet eğer hadisçilerin kullanımından farklı ise Muvatta’da bunun bolca örneği vardı. Goldziher bunları gündeme getireceğine biraz da kıyıda köşe de kalmış bilgileri bulabildi. Neden? Muvatta’yı görmediğini söyleyemeyiz. Tahminim odur ki, Muvatta’ı bu gözle okumamıştır. Zira ondan sonra gelenlerin en önemli kaynağı Muvatta olmuştur. Mesela Schacht’ın, mesela her ikisinden ciddi etkilenen Fazlur Rahman’ın ve F. Rahman’ın Pakistanlı ve Türkiyeli talebelerinin… Bunu bir yana bırakalım.

Yukarıda Abdurrahman b. Mehdi’den nakledilen sözün anlaşılması çok basittir. Süfyan hadis/isnad ilminde otoritedir, ama fıkıhta değil. Evzai, fıkıhta otoritedir, ama hadiste değil. İmam Malik ise her iki ilimde de otoritedir. Burada fıkıhtan kasıt hadislerden normatif hükümler çıkarma ameliyesidir. Ebu Yusuf’la ilgili sözü de anlamak kolaydır. O sahibu hadis ve sahibusünnedir. Yani naklettiği hadisler vardır. Hadis ilminde iyidir. Nitekim kitabı da vardır. Sünnet sahibi olmasından iki şey kastedilmiş olabilir. Biri az önce dediğimiz gibi fıkıh uzmanlığıdır. Bu, buraya uyuyor ama ben bunun kastedildiğini düşünmüyorum. İkincisi bid’at karşıtlığıdır. Kastedilen budur. Zira sabibusünne tabiri ehl-i sünne’de olduğu gibi bid’at karşıtlığını vurgulamaktadır. Nitekim onun zamanlarında hadis sahibi olmasına rağmen bid’at fikirlere kapılanlar vardır. Ebu Yusuf hem hadis sahibidir hem de bu bid’at düşüncelere kapılmamış, bilakis onlarla mücadele etmiştir.

Bütün bunlardan sonra Goldziher’in “hadis ve sünnetin tenakuz halinde olması mümkündür” sözünü rahatlıkla anlayabiliriz. Normal şartlarda hadis ve sünnet tenakuz halinde olmaz. Çünkü hadis ve sünnet ıstılah olarak aynıdır. Buna göre hadisle hadis veya sünnetle sünnet tenakuz halinde olabilir. Ancak hadis ve sünnete yüklediğimiz manaya göre bunların tenakuz halinde olması muhtemeldir. Mesela hadis söz, sünnet fiil olsun. Evet, bu durumda hadis ile sünnetin çelişmesinden bahsedebiliriz. Yine mesela hadis haber-i vahid, sünnet, amel olsun. Bu durumda da hadis ile sünnetin çelişmesi mümkündür. Eğer kasıt bunlarsa böyle bir şey olabilir. Dikkat edilirse burada ıstılahî anlamlar değil, alimlerin ferdî kullanımları söz konusudur.

Şimdi geldik asıl konumuza…

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir