İçeriğe geç

KUR’AN VE SÜNNETİ ANLAMADA EN GÜVENİLİR YÖNTEM NEDİR?

Malumdur ki, Batı modernizmine karşı iki tepki hareketi ortaya çıkmıştır. Biri İslam modernizmidir. İslam modernizminin temel özelliği akılcılıktır. Bu da Kur’an’ın evrenselliği adına lafızların manasını eğip bükmek olarak tezahür etmiştir. 

Diğeri ise tarihselciliktir. Tarihselcilik aslında İslam modernizminin yöntem eksikliğini gidermek için ortaya çıkan ama yöntemi alt üst eden bir akımdır. İslam modernizminin hiçbir felsefî izahı veya yöntem teklifi yoktur, ancak tarihselcilik bir ölçüde de olsa her ikisini de yapmaya çalışmıştır. Olmamıştır, ayrı bir konu. Yaptığı yöntem teklifinden ziyade bazı felsefi izahatlar olmuştur. O felsefe de tamamen Batılı hermenötik teorilerini uzlaştırmaktan ibarettir. Her iki akımın ortak özelliği modern hayat tarzını Kur’an üzerinden meşrulaştırmaktır. Biri lafızları eğip bükerek; diğeri ise aksine lafızları eğip bükmeye karşı çıkarak ama iman, ibadet ve ahlak dışında bütün hükümleri tarihe hapsederek bunu yapmıştır.

O halde güvenilir yöntem nedir? Güvenilir yöntem usul-i fıkıh yöntemidir. Akl-i selim olarak yenisi ortaya konuluncaya kadar… Ancak usul-i fıkıh yönteminin kendisinin olmasa bile uygulayıcılarından kaynaklanan handikapları da vardır. Bütün bunları örnekler eşliğinde görmeden usul-i fıkha neden güvenilir dediğimi, doğru demediğimi açıklamak isterim:

Usûl-i fıkıh, Kur’an ve sünneti anlamada aslında hem doğru hem de güvenilir bir yöntemdir. Ancak, bu iki kavram arasında seçim yapmak gerekirse “güvenilir yöntem” demek daha isabetlidir. Çünkü;

  1. Usûl-i fıkıh kendi içinde tutarlıdır ve istikrarlıdır. Usûl-i fıkıh, yüzyıllardır İslam alimleri tarafından geliştirilmiş, sistematik kurallara dayalı bir yöntemdir. Herhangi bir konuda farklı alimler aynı usûlü kullanarak benzer sonuçlara ulaşabilir.
  2. Usûl-i fıkıh, test edilmiş, sınanmış ve onaylanmıştır. Tarih boyunca Müslüman toplumlar tarafından kabul edilmiş ve uygulanmış bir metodolojidir. Farklı mezheplerin içtihat sistemleri bile bu metodun çerçevesi içinde kalmıştır.
  3. Usûl-i fıkıh Kur’an, sünnet, icma, kıyas, maslahat ve sahabe uygulamaları ile uyum içinde olup hepsini dikkate alan bir metodolojidir. Usûl-i fıkıh, nassları anlama konusunda belirli ilkeler ve metodolojiler ortaya koyduğu için rastgele yorumlamalara açık değildir. Delil sistematiği sağlam bir yapı sunduğu için yoruma açık meselelerde bile belirli bir sistematiği takip eder.

Peki doğru yöntem demek mümkün müdür?

Usûl-i fıkıh, doğru sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir, ancak doğruluk, yöntemin değil sonucun niteliğiyle ilgilidir. Bir usûl kullanılarak verilen bir hükmün her zaman %100 doğru olduğunu söylemek güçtür, çünkü içtihat farklılıkları mevcuttur. Neticede içtihad da zan barındırır. Ancak usûl-i fıkıh doğruya ulaşma ihtimali en yüksek yöntemdir diyebiliriz. Onun için güvenilir demek daha uygundur.

Şimdi örnekleri verebilir:

Önce İslam modernizmi, tarihselcilik ve usul-i fıkıh karşılaştırması…

Örnek 1: El kesme cezası.

İslam modernizmi:

Kur’an’daki “el kesme” ifadesi mecazi anlamda bir yaptırım olarak anlaşılabilir. Cezanın sadece el kesme olarak uygulanmak zorunda değildir. “Kesmek”ten kasıt, ele sembolik bir çizik atmak da olabilir, tamamen mecazi olarak “hırsızlığa giden yolları engellemek” olarak da yorumlanabilir. Dikkat edilirse lafızla tüm irtibat kesilmiş, tarihsel uygulamaların hiçbiri dikkate alınmamış ve salt yorum yapılmıştır.  

Tarihselcilik:

Tarihselciler, el kesme cezasının o dönemin sosyo-ekonomik koşullarıyla bağlantılı olduğunu düşünerek, tarihsel bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini söylerler. Onlara göre İslam’ın indiği dönemde hapishane sisteminin gelişmiş olmaması, hırsızlığın sosyal düzeni ciddi şekilde tehdit etmesi, toplumun mal güvenliğini koruma ihtiyacının yüksek olması gibi nedenlerle bu tür ağır cezaların öngörüldüğünü, ancak günümüz hukuk sistemlerinde farklı yaptırımların uygulanabileceğini savunurlar. Onlara göre, hukuki ilkeler korunmalı ancak cezalar güncellenmelidir. Burada dikkat edilirse lafzî anlam korunmuş, tarihsel uygulamalar da göz önüne alınmış ama sonradan hiçbir delile dayanmadan salt yorumla hüküm kaldırılmak istenmiştir.

Usul-i fıkıh:

İslam hukukçuları, el kesme cezasının uygulanabilmesi için hem Kur’an hem sünnet hem de sahabe uygulamasına dayanmış, bazı sıkı şartlar belirlemişlerdir:

-Çalınan mal belirli bir değerin (nisab miktarının) üzerinde olmalıdır.

-Hırsızlık gizlice yapılmalıdır (örneğin gasp veya yağma farklı değerlendirilir).

-Suç mahkemede kesin delillerle ispat edilmelidir.

-Hırsızlık zorunluluk nedeniyle yapılmamış olmalıdır (açlık gibi bir mazeret varsa ceza uygulanmaz).

Bu şartlar sağlanmadıkça el kesme cezası uygulanmaz. Ayrıca, şüphe durumunda cezalar düşer. Şüpheden ari bir şekilde suç sabit olduğunda da ceza uygulanır. Bu anlayışın hem Kur’an’ın zahirine uygunluğu hem caydırıcılığı hem de ekonomik güvenliği sağlama açısından daha güvenilir ve doğru olduğu düşünüyorum.

Örnek 2: Kadınları dövme.

İslam modernizmi:

Modernistlere göre, bu ayetin dövme olarak anlaşılması gerekmez ve fiziksel şiddet İslam’ın ruhuna aykırıdır. Darebe kelimesinin birçok manası vardır. Biri de ayrılmak, uzaklaşmak, seyahat etmektir. Buna göre ayetteki mana “onlardan/evden ayrılın” demektir.

Tarihselcilik:

Tarihselciler, bu ayetin indiği dönemin toplumsal bağlamında anlaşılması gerektiğini savunur. Onlara göre klasik Arap toplumunda kadın-erkek ilişkileri sert kurallar üzerine kuruluydu ve erkeklerin fiziksel cezalandırma yetkisi toplumsal olarak kabul görüyordu. Kur’an, bu dönemde mevcut olan sert cezalandırma pratiklerini hafifletme amacı taşımış olabilir. Bugünün toplumsal şartlarında bu ayetin birebir uygulanması gerekli değildir. Hukuki cezalar devlet tarafından belirlenmeli ve bireysel cezalandırmalar terk edilmelidir.

Usul-i fıkıh:

Klasik fıkıh usulüne göre ilgili ayet, kadınların dövülmesini belirli durumlarda erkeğe verilen bir yetki olarak değerlendirir. Ancak bu yetkinin sınırlı ve kontrollü olduğu kabul edilir.

Bir kere dövme vacip veya sünnet değildir. Sadece ruhsattır, caizdir.  Ayette önce nasihat etmek, sonra yatak ayırmak ve en son dövmek geçmektedir. Bu, dövmenin son çare olduğunu gösterir. Belki de bu sıralama ile esasen dövmeye hemen meyilli olan erkekler kontrol altına alınmıştır. Ayrıca bazı rivayetlerde, dövmenin ağır bir zarar vermemesi gerektiği belirtilmiştir.

Usul-i fıkıhta, caiz olan ve ruhsat verilen konularda devlet başkanına tasarrufta bulunma yetkisi verilmiş olup zarar vermeme ve toplumun maslahatına göre hükümlerin değişebileceği ilkesi ortaya konulmuştur. Aynen köleliğin kaldırılmasında olduğu gibi günümüz hukuk sistemlerinde fiziksel şiddet suç kabul edildiği için, bu ayetin tatbik edilmesinin günümüzde uygun olmadığı, hatta suiistimali halinde gerekirse yasaklanabileceği ileri sürülebilir. Usul-i fıkıh açısından bakıldığında, bu ayet dövmeyi teşvik eden bir emir değil, sadece bir düzenleme olarak yorumlanabilir. Günümüz toplumlarında ise örf, maslahat ve zararın giderilmesi prensipleri gereği bu cezanın uygulanmaması makul görülebilir. Ancak bu, bu cezanın kalktığı, ilelebed uygulanmayacağı anlamına da gelmez.

İşte bu yaklaşımıyla usul-i fıkıh Kur’an’ın zahirine daha uygun davranmış, hükmün mahiyet  ve derecesini, yani bağlayıcılık değerini göz önünde bulundurmuş, ayeti eğip bükmemiş, özür dileyici bir tavra da yanaşmamıştır.

Usul-i fıkhın handikapları demiştim. Özellikle ictihadi meselelerde bu handikaplar daha bir görünür olmaktadır. Evet, usul-i fıkıh güvenilir bir yöntemdir. Ancak uygulamada onun da arızaları olabilmektedir. Nihayetinde beşer ürünüdür. Bu noktada birkaç yaklaşım öne çıkmaktadır:

– Önemli olan makasidu’ş-şeri’a veya maslahat prensibidir. Bütün meseleler buna göre çözülür. Maslahat önemlidir, salt maslahata vurgu yapmanın aşırı bir düşünce olduğunda şüphe yoktur. Zira muteber maslahatlar vardır, muteber olmayanlar vardır.

– Maslahata da mezhebe de itibar edilmez ve uyulmaz. Uyulması gereken iki şey vardır: Kur’an ve sünnet. Bu, İslam gelenek ve medeniyetinin büyük müktesebatını görmezden geldiği için başka bir aşırılıktır.

– Mezhep sistematiği veya usulü dikkate alınır. Başka da hiçbir şeye itibar edilmez. Bunun da ilk cümlesi nispeten doğru olmakla birlikte ikinci cümle ile taassuba kapı aralanmış ve İslam hukuku bir mezhebin kalıplarına sıkıştırılmıştır.

– Mezhep usulüne göre ictihad edilir, ancak ihtiyaç halinde başka mezheplerden de yararlanılır. Delil veya görüş daha kuvvetli ise o, tercih edilebilir. Mezhep görüşü sahih bir hadisle çeliştiğinde hadis lehine tercih yapılabilir. Yeni meselelerde ictihad, öncelikle mezhep usulune göre yapılsa da mezhep usulüne sıkıştırılmaz.

Üç örnek vermek istiyorum:

Örnek 1: Müzik dinlemek.

Mezhep sistematiğine katı bir şekilde uyan birinin, eğer bu, Hanefi ise müziğe caiz demesi mümkün değildir. Bunda diretmek fıkhı hayatın gerisine atmak demektir. Mezhep sistematiğine daha esnek yaklaşabilen biri müziği külliyen haram görmez. Ona göre haram olan müzik, sözleri İslam’a uygun olmayan, insanı kötülüğe teşvik eden ve ahlaki yozlaşmaya sebep olan müziktir.

Örnek 2. Midye yemek.

Katı olan bir Hanefiye göre midyenin tahrimen mekruh olduğuna dair mezhep görüşü çok nettir. Hanefi fıkhında deniz mahsullerinden sadece balık türleri helaldir. Midye ise balık sınıfına girmez. Esnek olan bir Hanefi ise meseleye şöyle bakar: Mezhepte içtihada ve kıyasa dayalı bazı hükümler toplum şartlarına göre esnetilebilir. Midyenin haram olduğu ayet veya sahih bir hadis var mı? Hayır, yok. Hanefi mezhebi burada kıyas yaparak bir sonuca varmış ama bu kıyas mutlak bir haramlık ortaya koymaz. Ayrıca Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre midye helaldir. Onlar, şu ayeti delil alır: “Denizin avı ve yiyeceği size helal kılındı.” (Maide, 96) Şimdi düşünelim: Allah denizden çıkan yiyecekleri helal kıldığını söylüyor, ama sen midyenin harama yakın olduğunu söylüyorsun. Hangisi daha genel bir hüküm?

Evet, böyle düşünüldüğünde hemen “sen mezhepsizliğe kapı aralıyorsun” diye bakmanın bir anlamı yoktur.

Örnek 3: Kadınların birbirine imamlık yapması.

Hanefi mezhebinde bu mekruhtur. Çünkü imamlık cemaatin önüne geçerek liderlik yapmayı gerektirir ve bu görev erkeklere aittir. Ayrıca, kadınların cemaatle namaz kılması da teşvik edilmemiştir. Kadınlar için en faziletli namaz evlerinde kıldıkları namazdır. Kadınların kadınlara imamlık yaptığına dair bazı rivayetler vardır. Ancak Hanefîler, bunun sürekli bir uygulama olmadığını ve daha sonra sahabenin bunu benimsemediğini söyleyerek, kadınların kendi aralarında cemaat yapmalarını uygun görmemişlerdir. Daha esnek olan bir Hanefi şöyle düşünür: Hanefî mezhebinin genel prensibi ibadetlerde genişlik tanımaktır. Kadınların kadınlara imamlık yapmasının caiz olduğuna dair sahabe uygulamaları var. Mesela, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme, kadınlara imamlık yapmıştır. Hanefî mezhebi genellikle sahabe uygulamalarına büyük önem verir. Eğer Hz. Aişe ve Ümmü Seleme kadınlara imamlık yapmışsa, bu neden mekruh olsun? Mekruh olan şeyler kötü görülür. Ama sahabe hanımları bunu yaptıysa kötü değil, caizdir!

Aynı şekilde aynı safta namaz kılan kadın ve erkekten erkeğin namazının bozulması görüşüne karşı, “bozulmaz ama ortada bir kerahat vardır” demek de, “at eti yemek cihad gibi ihtiyaç durumlarında mekruh, normal şartlarda caizdir” demek de, çoğu alimin kabul ettiği satrancın haram olmasına karşılık “hayır, mubahtır, konuyla ilgili hadisler sahih değildir” demek de, altın kaplama diş caiz olmadığını söyleyene karşılık “Peygamber döneminde altın burun uygulaması olmuştur” diye cevap vermek de, içkinin cezası had olup 40 veya 80 celdedir diyenlere karşılık “hayır, Hz. Ali’nin dediği gibi Hz. Peygamber’in onun hakkında belirlediği bir sünnet (ceza) yoktur, dolayısıyla onun cezası had değil, tazirdir” demek de bu kabilden örneklerdir.

Elbette katı ve esnek yaklaşımın zayıf ve güçlü yönleri vardır. Örneğin, katı yaklaşımın güçlü yönleri şunlardır:

-Geleneksel otoriteyi korur: Fıkhî mezheplerin asırlık içtihatlarını ve istikrarını sürdürür.
-Dini sınırları netleştirir: Haram-helal çizgisini belirgin tutarak insanların yanlış uygulamalara kaymasını önler.
-Takva ve ihtiyat esas alınır: Şüpheli şeylerden kaçınılmasını sağlayarak ihtiyatlı bir yaşam tarzını teşvik eder.

Esnek yaklaşımın güçlü yönleri şunlardır:

-Değişen şartlara uyum sağlar: Modern dünyada yeni durumlara ve ihtiyaçlara cevap verebilir.
-İslam’ın evrenselliğini gösterir: Fıkhın her dönemde yaşanabilir ve uygulanabilir olmasını sağlar.
-Kolaylık ve maslahat gözetilir: Dinin zorluk getirmediği prensibine uygun hareket eder.

Katı yaklaşımın zayıf yönleri şunlardır:

-Zamanın değişen şartlarını göz ardı edebilir

-Kolaylık ilkesini ihmal edebilir

-Dinin ruhundan çok şekilciliğe odaklanabilir

-Mezhep taassubuna dönüşebilir.

Esnek yaklaşımın zayıf yönleri şunlardır:

-“Kolaylık” adına bazı dini kuralların terk edilmesi riski doğabilir.

-Her esneklik yenilik anlamına gelmez, bazen yanlış yola sapmaya neden olabilir.

-Esnek yaklaşım, bazen şüpheli şeyleri hafife alabilir.

-Toplumsal bölünmelere yol açabilir, esnekliği benimseyenler ile katı olanlar arasında gerilimler yaşanabilir.

İşte aklı başında bir Müslüman bütün bunları göz önünde bulundurarak hareket eder. İlla katı olmak veya illa esnek olmak, kolaylık sağlamak gibi bir ikilem ve gerilim içinde bir hisle yaşamaz. Hem mezhebe hem de delile itibar eder. Delilin güçlü ve zayıf yönlerini araştırır, tartar. Ona göre hareket eder. Tabii bu söylediklerimizi, mukallidler için değil, araştırma imkan ve kabiliyeti olan kişiler için ifade ettiğimizi söylemeye bile gerek yoktur.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir