İçeriğe geç

MÜ’MİN SURESİNİ OKURKEN…

Gelin, bugün Mü’min suresini birlikte okuyalım. Ve günümüze ait bazı mesajlar çıkaralım:

مَا يُجَادِلُ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ

1. Allah’ın ayetleri hakkında sadece kafirler mücadele eder. Tarihsel anlamıyla müşrikler “bu Kur’an sihirdir, evvelkilerin masalıdır, sen de mecnunsun, şairsin zaten” derlerdi. Şimdi de değişen bir şey yok! Kur’an hakkında mücadele devam ediyor. Sadece değişen form. Şimdikiler “Kur’an çelişkilerle dolu, sara hastasının sözleri, bilime aykırı ayetler var, kadını aşağılıyor, şiddetin kaynağı, çağa uygun değil” diyorlar.

2. Ayetteki mücadele “tartışma” olarak çevriliyor. Böyle bir çeviri doğru olmakla birlikte akla sorular takılıyor. Kur’an’ı anlamaya yönelik tartışmalar bu kapsama girer mi? Elbette girmez. Maksad, müşriklerin Kur’an’ın Allah katından olmadığına yönelik tartışmalarıdır. Ancak mü’minler de Kur’an’ı tartışma konusu yapmaktan uzak durmalıdır. Buradaki “polemik” diye anlarsak daha güzel olur. Kur’an, Müslümanlar olsa dahi polemik konusu olmamalı.

3. Allah “müşriklerin şehirlere gidip gelmesi, yani şehir şehir dolaşmaları seni yanıltmasın” buyuruyor. İlginç! Biliyoruz ki, Rabbimiz çoğu ayette “Yeryüzünde dolaşın, bakın zalimlerin akibeti nasıl oldu?” buyuruyor. O zaman ne olabilir bu? Müşriklerin ekonomik ve sosyal statü bakımından ileri gelenleri vardı. Müşrikler belirtilen ekonomik ve sosyal konumları sayesinde çeşitli şehirlere daha çok ticaret amaçlı geziler yapabiliyor, geniş imkânlar elde edebiliyorlardı. Muhtemelen bu durumun müslümanlar üzerinde bir moral bozukluğuna ve ümitsizliğe yol açmasını önlemek üzere âyette, “Onların şehirden şehre rahat rahat dolaşabilmesi seni yanıltmasın” buyurulmuş; böylece yüce Allah’ın onlara bu imkânları vermesinin, kendileri için bir imtihan olduğunu, sonunda hak edenlerin gerektiği şekilde cezalandırılacağı ima edilmiştir. Bugün bu ayetten nasıl istifade ederiz? Bugünün müşrikleri ellerindeki büyük maddî güçle, bu güçle elde ettikleri teknoloji ile insanları adeta büyülüyor. Dünya insanları da bilerek veya bilmeyerek bu gücün büyüsüne kapılmaktadır. Bu güç ve teknoloji ister zorla ister empoze ile kendi değerlerini de, hayat tarzını da dayatıyor. Ve insanlar bu empozenin etkisiyle kendi değerlerini sorgulayabiliyor ve kendi hayat tarzından vazgeçebiliyor. O halde denilebilir ki, “hele ey Müslümanlar, Batı’nın maddi gücü sizi yanıltmasın! Buna aldanıp da kendi değerlerinizi terketmeyin! Önceki milletlerde elde ettikleri konumlarıyla böbürlenip durmuşlardı. Ama Allah onları nasıl da cezalandırdı. Akibetleri acınacak şekilde oldu.” Hemen aklınıza Müslümanların teknoloji ile ilişkisi gelmesin. Yani Müslüman teknoloji ile ilgilenmesin mi? Kasıt bu değil elbette. Bakınız ayete: Şehir şehir dolaşmaktan bahsediyor. Müslümanlar da şehir şehir dolaşıyor. Yanlış mı yapıyor? Hayır. Maksad önemli. Niyet önemli. Teknoloji de öyledir. Kafir de yiyip içiyor. Giyiniyor. Ev yapıyor. Ulaşım vasıtası ve iletişim araçları kullanıyor. Bunlar tabii, sıradan şeyler. İnsanlar bunları yapmakta ve kullanmakta ortak. Mesele bunlar eylerken kafire özenti durmak, onun gibi olmaya çalışmak ve kendi değerlerine burun kıvırmaktır. Maalesef bugünün büyüleyen teknolojisi bunu başarmıştır!

قَالُوا رَبَّنَٓا اَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَاَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ اِلٰى خُرُوجٍ مِنْ سَب۪يلٍ

Kafirler ahirette çıkış yolu arayacaklar, günahlarını itiraf edecekler ve şöyle diyecekler: “Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin.” Akla hemen ne demek iki defa diye geliyor. Acaba tenasüh inancından mı bahsediliyor. Hayır. “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin” şeklindeki ifadede geçen “iki ölüm”den biri, –ağırlıklı yoruma göre– insanın ana rahminde hayata kavuşmazdan önceki yokluk hali, ikincisi dünya hayatının sona ermesi hali; “iki dirilme”den ilki ana rahminde hayat kazanması, ikincisi de öldükten sonra diriltilmesidir. Buna göre insanlar yok (ölü) iken var edilirler, sonra dünyada bir kere ölürler; kıyametten sonra da ikinci defa hayata kavuşturulurlar.

فَادْعُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Dini, Allah’a halis kılarak, O’na dini dua edin. Bu, kafirlerin hoşuna gitmeyecektir. Gitmiyor da… Kafirler putların önünde eğiliyor, onlardan yardım diliyorlar. Tabii sizin Allah’ın önünde eğilmeniz, sadece O’ndan yardım dilemeniz, kafirlerin hoşuna gitmiyor. Neden? İnançlarına ters. Hatta hayret ediyorlardır! Tek Allah! Görünmüyor! Nasıl olur da O’na dua edilebilir, O’ndan yardım istenebilir?! Ama Allah ısrarla “dua edin” diyor. Burada dua Müslümanı müşrikten ayıran en önemli bir unsur haline geliyor. Belki başka zaman bu namaz olacaktır. Belki başka zaman Allah’ın bir hükmünü yılmaz bir şekilde savunmak olacaktır. Kafirler bundan hiç haz etmeyecektir. Ama siz bunlara devam edin.

Günümüze gelirsek fazla bir fark yok! Günümüzün kafirleri de –önlerinde taştan yapılan putlar olmasa da- maddi güce boyun eğmişlerdir. Maddeyi, (dünyayı ve içindekileri) putlaştırmışlardır. Ve maddeye, görülmeyen bir Allah’ın karışmasını istememektedirler. Hoşlarına gitmiyor. Tuhaf karşılıyorlar. Allah diye bir varlık bu madde ile ilgili hükümler ve değerler ortaya koymuş, biz de onlara uyacakmışız?! Olacak iş değil! Akılları almıyor. Ama sadece akıl değil. İş akla kalsa idrak ederler. Akılları bulanmış çünkü! Nefis… Bu durum hoşlarına hiç gitmiyor. Üstelik böyle inanan ve yapan Müslümanlardan da hiç hazzetmiyorlar. Hristiyan veya diğer din mensupları gibi yapmıyorlar. Teslim olmuyorlar! İlla da Allah’ın hükümleri diyorlar. Değişmez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez, diyorlar. Bu, hiç hoşlarına gitmiyor. O zaman “ey Müslümanlar, kafirlerin hoşuna gitmese de siz ibadete devam edin, duaya devam edin, Allah’ın hükümlerinin ve İslam’ın değerlerinin arkasında durun!”

“Dini Allah’a halis kılmak…” ifadesi Kur’an’da sıkça geçer. Halis, katışıksız, arı duru demektir. Şirkin zıttıdır. İhlas suresini hatırlayalım. Burada din, iki anada olabilir: Biri tevhiddir. O zaman dini Allah’a halis kılmak, inanca karışan ortaklardan zihni, kalbi temizlemektir. Bu taştan yapılan put olabilir, putlaştırılmış bir insan olabilir, put yerine konmuş para, nefs, makam vs. olabilir. Diğeri tevhid de dahil olmak üzere amellerdir, yani hayat tarzıdır. Haramlardır, helallerdir. O zaman Müslüman hayat tarzına hiçbir beşerî ideolojiyi ortak etmeyecektir. Beşerî ideolojiler adına da hiçbir dinî değerden taviz vermeyecektir. İnancı da hayat tarzı da halis, yani ortaklardan arınmış,  katışıksız olacaktır. Bir kalpte iki sevgi olmaz. Bir kalpte iki sevgi varsa orada ihlas barınamaz. Hem Allah’ı hem de kafiri sevmek olmaz mesela. Hem Allah’ı hem de O’nun yasakladığı bir şeyi sevmek olmaz mesela. Sevilirse sevgide ihlas zedelenmiş olur. Her şeyde ihlas gerekir. Dini Allah’a halis kılmak böyle bir şeydir.

وَاللّٰهُ يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍۜ

Allah hak ile hükmeder, yani adaletle hükmeder. Hak, gerçeğin tâ kendisi… Gerçeğe uygun, mutabık hükmeder… İnsan gerçeğine, fıtrat gerçeğine… Ama O’ndan başka taptıkları hiçbir şeye hükmedemezler. Putlar, konuşamaz, hüküm de veremez. Putlar konuşamaz, ama siz ey müşrikler putlar adına konuşup hüküm veriyorsunuz! Sanki putlar öyle istiyor! Oysa siz öyle istiyorsunuz, farkında değilsiniz ama putlar sadece sizin hevanıza bir kılıf olmuş oluyorlar!

Günümüzde değişen bir şey var mı? Özünde değişen bir şey yok! Bugünün modern insanı aklıyla hüküm vermek istiyor. Allah’ı devreden çıkarıyor. Ama Allah gerçeğe uygun hükmeder. İnsan, salt aklıyla gerçeğe uygun hükmedemez. Gerçek ise sadece maddeden, maddenin hacminden, boyutlarından ibaret değil. Hakikaten akıl, perdelenmezse gerçeğe uygun hükmedebilir. Akıl, görünenden yola çıkarak görünmeyenle bağ kurar. Aklın özü, çalışma tekniği budur. Akıl, kendi başına kalsa, Allah ile bağ kurmak, O’na varmak, O’nu itiraf etmekten başka seçeneği yoktur. Bu, mecburiyet anlamında değil, işin akışına göre böyle olur, anlamındadır. Şöyle olursa iş şuraya varır, deriz ya! Aynen öyle! Müşrikler, putlarında bir şey vehmetmişlerdi. Onlarda böyle bir güç olmasa bile öyle zannetmişlerdi. Günümüz insanı da aklı put haline getirmiştir. Taşı put haline getiren insandı. Putların hiçbir gücü yoktu. Aklı put haline getiren de insandır. Aklın her şeyi bilmek bir gücü yoktur. Bizim inançlarımızdır asıl nesneye rengini veren… İnsan taştan putta bir güç vehmine kapılabiliyor. İnsan soyut bir varlık olan akıl putunda da bir güç vehmine kapılabilir. Hatta denilebilir ki, akıl putundaki vehim daha güçlüdür. Zira akılla insan eylemde bulunmaktadır. Sonuçları görünce hayranlığı bir kat daha artmakta ve bu sefer akla tapmaktadır. Taştan putun suçu olmadığı gibi aklın da burada suçu yok! Eylemlerine kılıf geçiren hep insandır. İnsandaki güç temerküzü, özgürlük anlayışı buna sebep oluyor. Hakimiyetine kimseyi ortak etmek istemiyor. İnsanın aklına tapmasını gücüne tapmasına kıyas edin. Bir insan düşünün. İktidar sahibi… Zamanla güçleniyor, çok güçleniyor… Sonra kendinde güç vehmine kapılıyor… Ve haksızlıklara, zulme başlıyor… Herkesi, kendinin kölesi zannediyor… Bu, güce tapmanın tâ kendisidir. Akla tapmak da böyle bir şeydir.

O halde “ey insan, aklın ile Allah arasındaki bağı koparma… Eğer koparırsan bu akla ihanet olur. Çalışmasını perdelemek olur. Sen de yanlış hüküm vermeye başlarsın. Hak ile ancak Allah hükmeder. Akıl, hükmünü Allah’tan alırsa o da hak ile hükmetmeye başlar. Yok, irtibatını keserse aklın gerçeğe uygun verebileceği hiçbir hüküm yoktur.”

اَوَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ كَانُوا مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَانُوا هُمْ اَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَاٰثَاراً فِي الْاَرْضِ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْ

İnsanlar, kuvvetlerine, güçlerine güveniyorlar. Bakın, onlardan evvel yaşayanlara… Onlar, güçleri ve yeryüzünde bıraktıkları eserler itibariyle bunlardan daha üstün idiler. Ne oldu? Allah’ı inkar ettiler, O’nu unuttular, hevalarına uydular, güçlerine taptılar. Nuh’un oğlu gibi dağa sığındılar. Bu çok güçlüdür, beni korur diye düşündüler.  Ama koruyamadı. Allah onları günahları yüzünden yakalayıp cezalandırdı; kendilerini Allah’a karşı koruyan da olmadı. Aynı ayet 82’de tekrarlanır. Bu sefer sonunda şöyle denilir: “Ne var ki yine de kazandıkları onları kurtaramadı.” Sayı olarak, maddi güç olarak da köle cariye olarak da daha kuvvetli idiler. Ama ne oldu?! Hemen ardından gelen surede aynı uslup kullanılmakta, bu sefer geçmiş kavimlerden örnek verilmektedir: “Âd kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve “Bizden daha güçlü kim var?” dediler. Rabbimiz ise onlara lunu hatırlattı: “Onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu düşünmezler miydi?” (Fussilet, 15)

Bu ayet günümüz insanına bir şey anlatıyor mu? Elbette anlatıyor. Güç, insanî bir olgu. Güç, adaleti de temin eder, zulme de yol açar. Günümüz insanı güce tapıyor. Herkes aslında bir şekilde güce tapıyor günümüzde. Günümüzde gücü teknoloji temsil ediyor. Biyolojik, kimyasal vs. silahlar temsil ediyor. Para temsil ediyor. Küresel sermayeler temsil ediyor. Adalet, merhamet, insaf, yardımlaşma, paylaşma hak getire! Madde, değerden ve de ilahî değerlerden soyutlanmış, tabiat cansız bir nesne haline getirilmiş! Bugünün insanı hiçbir değer tanımadan maddeye istediği şekli vermek istiyor. Onu alabildiğine kullanmak, tüketmek ve istismar etmek istiyor. Çünkü modern insan gücüne güveniyor. Bu gücü, aklından almış ve aklın ilahî olanla irtibatını koparmış. Akıl da güç de rehbersiz, maneviyatsız kalmış! Geçmiş milletlerde modern insan için ibretlik dersler var aslında. Bir dönüp bakabilseler! Onlar da çok güçlüydü. Zengindi. İnsanları istedikleri gibi kullanıyorlardı. Akibetleri ne oldu? Güç zehirlenmesi yaşadılar. Kendi güçlerinde boğulup gittiler.

Düşünelim ki, Allah modern insana bir musibet verdi. Herşey yerle yeksan oldu.  100 yıl sonra gelen insanlar bugünleri araştırdığında ne diyeceklerdir: Ne kadar gelişmişlerdi, ne kadar da güçlüydüler?! Ama ne oldu? Koca bir hiç! Güç, adalet ile, merhamet ile iman ile birleştiğinde anlam kazanır. Aksi takdirde güç zehirlenmesi olur. Güç, vehme dönüşür. Güç, vehme dönüştüğünde sonun başlangıcı olur. Modern insana ve modern düşüncenin iğvasına kapılan Müslümana Allah’ın “en güçlü” olduğunu hatırlatmamız lazım. Bu inanç size basit gelmesin. Böyle bir inanç her şeyi değiştirir. Dünyaya bakışımızı, eylemlerimizi, insanlara davranışımızı, tabiatla ilişkimizi… her şeyi…  Belki de bundandır Müslüman en üstün olması: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Al-i İmran, 139) Eğer “en güçlü”nün, “en büyük”ün, “en alim”in, “en hikmet sahibi”nin, “en izzet sahibi”nin “herşeyden en haberdar olan”ın farkındaysak “en üstün” biziz. Görünür, hacmi belli, hesaplanabilir bazı şeylerde zayıf oluşumuz aciz ve zelil oluşumuz anlamına gelmez. Asıl zelil oluşumuz arkamızda “en güçlü”nün olduğunu unuttuğumuzda başlar.

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُب۪ينٍۙ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ

Hz. Musa, sadece Firavn’a değil, Haman ve Karun’a da apaçık delillerle gönderildi. Firavun, siyasî gücü, Haman, bürokratik oligarşiyi ve Karun ise burjuvaziyi, vahşi kapitalizmi temsil eder. Bu güçler hemen Hz. Musa’nın karşısına dikilip “sen sihirbazsın, yalancısın” dediler. Peygamberimize de “şairsin, mecnunsun, sayıklıyorsun” demişlerdi. İnanmamak için hep bir bahane aramışlardı. Bugün ise Müslümanlar kadar aşağılanan bir topluluk var mıdır? Bugünün kafirleri de ataları gibi Müslümanlara “gerici, yobaz, demokrasiden nasipsiz, laikliğin kıymetini bilmiyorlar ne anlarlar yönetmekten, ne anlarlar ilimden” diyorlar. Kur’an’a da çöl kanunu… Zamanı geçmiş hükümler… Muhammed’in güç devşirmek için kurguladığı bir eser…

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُون۪ٓي اَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُبَدِّلَ د۪ينَكُمْ اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ

Firavun’a bakın neler de söylüyor! Musa’yı öldürmek istiyor. Hep böyle yaptılar. Peygamberimiz de öldürmek istediler. Ve bugün Müslümanları da öldürmek istiyorlar. Yapıyorlar da… Toptan ve açıktan öldürmek istemiyorlarsa sevdiklerinden değil, daha çok taraftan toplayacaklarından veya malları için pazar kaybetme endişesinden…

Firavun niye Musa (a.s.)’ı öldürmek istiyor? Masum iki gerekçe: Dininizi değiştirmesinden korkuyorum ve fesad çıkarıp huzursuzluk vermesinden endişe ediyorum. “Dininizi değiştirmek…” Yani hayat tarzınızı… Bu söylem bize bir şeyler hatırlatıyor mu? Her dönemin münkiri aynı, değişen bir şey! Müslümanlar devleti ele geçirirse şarabınıza, mini eteğinize müdahale edecek!! Müslümanlar, hayat tarzınızı değiştirecek!! Uyanın, Müslümanları devlet yönetiminden uzak tutun!! Niye? Hayat tarzınızı değiştirecekler… Firavun haklı kendi açısından… Huzursuzluk çıkaracak Musa (a.s.)… Haklı… Her değişim sancılı olur zaten… Kimse iktidarı altın tepsi de sunmaz… İnsanlar düşünün, huzuru, inkarda arıyorlar, insanlar düşünün huzuru, heva ve nefiste arıyorlar, insanlar düşünün huzuru dünyaya tapmakta arıyorlar. İnsanlar bunları huzur zannediyor. Öyle belletilmiş insanlara, ezberletilmiş… Öğrenilmiş çaresizlik… Ele başları da hep biz ifsad edici değil, ıslah edicileriz, demişlerdi. Hayır siz zulmediyorsunuz, siz tabiatı sömürüyorsunuz, siz hoyratça tüketiyorsunuz. Hayır, hayır biz, insanlık için uğraşıyoruz; biz düzeltiyoruz!! Oysa birileri bunlara huzurun bu olmadığını, ıslahın bu olmadığını, insanlık için uğraşmanın bu olmadığını hatırlatmalı… Günah bataklığında yaşamak huzur olamaz. Nefse köle olarak yaşamak huzur olamaz. Sonsuz hayatı görmezden gelmek huzur olamaz. Dönen çarkın sadece bir dişlisi olmak huzur olamaz. Bu, sadece geçici, yaldızlı ve aldatıcı bir huzur olur. Bu, sadece bazılarının gücüne güç katar da. Nisbi de olsa onlara huzur verir. Firavun aslına halkına “sizin huzurunuzu bozacak” derken kastettiği kendi huzurunun bozulmadır. Halklar, gücü imanda aramazlarsa insanı güçlü zannederler. Ve güce boyun eğip ona hizmet ederler. Halklar huzuru imada aramazlar ise sadece başkalarının huzuru için yaşamış olurlar. Bu, bir büyülü dünyadır. İnsanları bu büyüden sıyırabilmek için Musa’lara ihtiyaç vardır.

يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِر۪ينَ فِي الْاَرْضِۘ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللّٰهِ اِنْ جَٓاءَنَاۜ قَالَ فِرْعَوْنُ مَٓا اُر۪يكُمْ اِلَّا مَٓا اَرٰى وَمَٓا اَهْد۪يكُمْ اِلَّا سَب۪يلَ الرَّشَادِ

Firavun ailesinden mü’min bir kişi bakın nasıl mücadele veriyor: “Ey benim kavmim! Bugün ülkede hâkimiyeti elinde bulunduran bir toplum olarak hükümranlık sizindir. Ama eğer Allah’ın cezası başımıza gelirse O’na karşı bize kim yardım edebilir?” Firavun ise, “Ben sadece kendi bilip gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum” dedi.

Firavun sarayında olup mü’min kalabilmek… Buna ihtiyaç var… Mü’min kalabilmek şartıyla her yerde olmak gerekir. Hakkı hakikati her yerde dile getirmek gerekir.  Siyasette, sokakta, şirkette, üniversitede, medyada, internette, her yerde… Dik duruş… Bu dik duruş, bu zalim sultan karşısında hakkı haykırmak, muhakkak zalimleri yola getirir. Baksanıza! Firavun biraz yumuşamış gibi gözüküyor. Firavun’un, “Ben sadece kendi gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum” şeklindeki ifadesinden, mümin kişinin söylediklerinin başkaları tarafından haklı görüldüğü veya en azından Firavun’un Mûsâ’yı öldürme düşüncesinin doğru olup olmadığı konusunda onların zihninde tereddüt uyandırdığı anlaşılabilir. Ya da bu da ayrı bir taktiktir. Yumuşak gözükerek başka tuzaklar kurmak… Müslüman her daim uyanık olmalıdır.

Ve bütün bunların ardından Rabbimiz bize iki öneride bulunuyor: Müslüman ne yapmalı?

1. Sabah akşam Rabbi’ni tespih edecek. Zikir ve ibadet edecek. Kısaca İslam’ı yaşayacak. Ahlakını önce nefsinde sonra da toplumda yaşayarak güzel örnek olacak. Başkalarının kınamasına aldırış etmeyecek, Allah’a sığınacak ve Rabbinin çizdiği yolda ilerleyecek.

2. Müslüman, sadece iman etmeyecek, imanını ilimle besleyecek. İlim ve hikmetle mücadele edecek. Aklı devreye sokacak. Araştıracak, öğrenecek. Bunu nerden anlıyoruz? Tabii bununla ilgili pek çok ayet far, o ayrı bir konu ancak bu sure bağlamında şu ayetleri hatırlatmak gerekir:

Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır ama insanların çoğu bunu bilmez.

İçinde dinlenesiniz diye geceyi, aydınlatsın diye gündüzü yaratan Allah’tır.

Yeryüzünü sizin için yerleşim alanı yapan, göğü de (üstünüze) bina eden, size şekil veren, şeklinizi de güzel yapan ve sizi temiz nimetlerle rızıklandıran Allah’tır.

Sizi toprak, sonra nutfe, sonra alaka aşamalarından geçirerek yaratan O’dur. Sonra O sizi bir bebek olarak hayat alanına çıkarır; ardından güçlü çağınıza ulaşıncaya, sonra da yaşlılar haline gelinceye kadar sizi yaşatır; içinizden bazıları bundan önce vefat eder. Sonuçta belli bir vakte kadar yaşamaktasınız. Umulur ki (bunlar üzerine) akıl yorarsınız.

Kimine binesiniz, kiminden yiyecek elde edesiniz diye sizin için hayvanları yaratan Allah’tır.

Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır; gönüllerinizdeki bir ihtiyaca onlar üzerinde ulaşırsınız; onlarla ve gemilerle taşınırsınız.

Allah size kanıtlarını gösteriyor. Allah’ın kanıtlarının hangisini inkâr edebilirsiniz?

Böylece iman ve amel, iman ve ilim, iman ve akıl, iman ve araştırma, iman ve öğrenme, iman ve mücadele, iman ve cihad birleşmiş oluyor.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir