Bu yazı okunmadan önce facebook’taki son yazıma bakılmasını tavsiye ediyorum. Orada değinmiştim, bir nebze açmak istiyorum. Düşünüyorum da metin ile doğa arasında “anlama ve yorumlama” açısından müthiş benzerlikler var. Şurdan başlıyayım:
İlk bakışta duyularla doğadan elde ettiğimiz bilgi kesin midir? Paralel soru şudur: İlk bakışta dil vasıtasıyla metinden elde ettiğimiz bilgi kesin midir? Önce doğaya bakalım:
Zihin-eşya ilişkisi antik çağdan beri tartışılmaktadır. Eşyayı zihinden bağımsız anlayabilir miyiz? Malumdur ki, birbirine zıt pek çok felsefî görüş ortaya çıkmıştır. Ben, bunlara dalmaktan ziyade genel olan bazı şeylerden yola çıkarak anlama faaliyetinde bulunmak istiyorum.
Doğayla duyularımız vasıtasıyla irtibat kurarız. Meşhur beş duyu… Duyularımızın algıladıkları kesin midir? Denilebilir ki, duyularımızın algıladıkları kesin değil, çünkü bunlar bizi yanıltabilir. Mesela güneşin dünya etrafında döndüğünü görüyoruz. Oysa dünya güneşin etrafında dönmektedir. Gözümüz yanılmıştır. Mesela soğuk bildiğimiz bir suya elimizi daldırdık. Biri ne soğuk diye, tepki verir; diğer bunun neresi soğuk, der; öteki ise “soğukluğu idare eder, der. Bu da algıladıklarımızın bize bağlı olduğunu gösterir. İş burada kalsa sofistlerin meşhur “insan herşeyin ölçüsüdür; nesnel bilgi yoktur” şeklindeki görüşlerine “evet” demek durumunda kalırız. Oysa eşyanın bir gerçekliği vardır. Oradan nesnel bilgi elde etmek mümkündür. Ama görüldüğü gibi eşyadan ilk bakışta anladıklarımız bizi yanıltmaktadır. Burada “ilk bakışta” deyişimiz önemlidir. Metinleri anlarken “metnin zahiri” dememizin önemli olduğu gibi. O zaman ilk bakışta algıladıklarımız bizi yanıltabilir. Peki bu yanılgıyı nasıl giderebiliriz?
Birincisi aklı kullanarak; ikincisi nesnemizi, eşyayı deneyimleyerek. En önemlisi deneyimleyerek. Akıl, bu deneyimleri kontrol eden, denetleyen ve sonuca bağlayan önemli bir alettir. Nesnemizi bir denetliyoruz, iki, üç dört… 500 kere… Hep aynı sonuçları alıyorsak, o zaman diyoruz ki, nesnemizden elde ettiğimiz işte şu bilgi kesindir. Ancak bilim alanında konuştuğumuzu unutmamak gerekir. Bilim tarihine baktığımızda elde edilen ve kesin denilen bilgilerin değiştiğini görüyoruz. O zaman ne kadar deneyimlesek deneyimleyelim, kesin bilgiye ulaşmak zordur. Bu bir açıdan doğrudur, ama hayatın pratikleri bize deneyimleyerek duyularımızla algıladığımız bilgilerin kesin olduğunu dayatmaktadır. başka türlü hayatı sürdürmek mümkün olmaz. Bu deneyimlenmiş, yani deney yapa yapa bulduklarımızın da değişebileceği deneyimlenmiş, bir kaideye varılmıştır: Deneyimlenmiş bilgiler, yanlışlanana kadar doğru ve geçerlidir. O zaman biri deneyim sonucu elde ettiğimiz bilginin doğru olmadığını söylüyorsa onu yanlışlayacak bir deneyimsel argümanı önümüze koymak zorundadır.
Özetle ne yapmış oluyoruz? Doğadan ilk bakışta elde ettiğimiz bilgiden şüphe içinde oluyoruz. Zira bu bilgi bizi yanıltabilir, çünkü zan ifade etmektedir. Bu zannı pekçok defa deneyimleyerek ve deneyimleri akılla denetleyerek gideriyoruz. Bu durumda insanlık için kullanışlı bilgi, yani nesnel bilgi üretmiş oluyoruz.
Şimdi gelelim, metin düzeyine… (Elbette kasıt Kur’an’ı anlamaktır)
Metnin zahirinden elde ettiğimiz bilgi kesin midir? Kelamcıları dikkate alarak söylersek kesin olmuyor. Metnin doğruluğu ancak akılla bilinir. Ayrıca dil, çok ihtimalli bir yapıya sahiptir. O zaman bir metne bakıp hemen “anlamı budur” demek oldukça zordur ve şüphelidir. Göz duyusunun doğayı ilk bakışta yanlış algılaması gibi birey olarak ben, yani akıl da ilk bakışta metnin zahirini kesin kabul ederek büyük ihtimalle yanılıyorum. Bugün sıradan metinleri ya da edebî ve felsefî metinleri bile okurken farklı yorumlayabiliyoruz. Önümüzde dil vasıtasıyla bir niyet ve irade ile ortaya konulmuş metinler var. Kelimeler, cümleler, paragraflar… Herkes için aynı olan bu nesneler anlamaya başladığımızda farklılaşıyor. Peki bu zorluk bizi “metni anlamada nesnel bilgi yoktur, herşey bana göredir” demeye götürmeli mi? Dikkat edilirse doğayı anlamadaki ve oradan kesin bilgi etmedeki zorluk bazı filozofları “doğanın kesin bilgisi yoktur, her bilgiden şüphe içinde olmalıyız” gibi bir sonuca iletmişti. Aynı şüphe burada da var. Buna göre metni anlamak özneldir, metnin nesnel bilgisi yoktur. Anlama, anlayanın anladığıdır. Doğayla ilgili şüphecilik kabul görmediği gibi metinle ilgili bu öznelcilik de -fazla diyelim- kabul görmemiştir. Yoksa sofistler gibi düşünen hermenötikçi filozoflar da elbette vardır. Bu durumda metinden ilk bakışta elde ettiğimiz bilginin kesinliğinden nasıl emin olabiliriz?
Örnek üzerinden gidelim. “Hırsızın elin kesin” ayetini düşünelim. Dilsel açıdan hakiki anlamda el kesmek diyelim. Ama dilde mecazi anlatımda var. Veya bir kelimenin farklı manaları da bulunmaktadır. Birileri buna “hırsızlığı engelleyin, ona giden yolları tıkayın” manasını verdiğini düşünelim. Ne oldu? Dildeki bu anlam şüpheli hale geldi. Güneşin dünya etrafında döndüğünü algılamamız gibi. Birinde nesne gözü yanıltmış ve şüphe hasıl olmuştur; diğerinde ise dil, aklı yanıltmış ve şüphe hasıl olmuştur? Ne olacak? Duyulardaki şüpheyi deneyimleyerek gideriyorduk. Metindeki şüpheyi de deneyimleyerek gideririz. Başka yolu yok. Ancak doğal nesneleri deneylemek ile metni deneylemek arasında fark vardır. Doğal nesneyi labaratuvar ortamında teknik bir takım imkanlarla deneyleriz. Metni ise bu şekilde deneyimleyemeyiz. Metni deneyimlemek metnin dünyasına girmektir. Metni nesneleştirmeden onun dünyasına katılabilmektir. Bu birinci şart. Ancak metnin dünyasından sadece iki kapak arasındaki dünya anlaşılmamalı. Metnin dünyası metni vaz’edeni tanımak olduğu gibi dilin bağlamını, dilin muhataplarını tanımak anlamına da gelir. Bu ne demektir? İlk bakışta metinden elde ettiğimiz kesin olmayan bilgi dil, sünnet, bağlam, tarih ve icma vasıtasıyla kesinliğe kavuşturulur. Biz kestirmeden şöyle diyelim: Doğadan bir denedik, iki, üç… 500 deney ile kesinliğe kavuşuyorduk. Metinle de yukarıda bahse konu hususları her alim deneyleyerek aynı sonuca varmış diyelim. Yani bir, iki, üç, dört… 500 alim deneyimleyerek aynı sonuca vardı: Hırsızın hakiki anlamda eli kesilmeli. Akıl da bunu denetledi. Sorun yok dedi. Çünkü akıl için el kesmek, hapis cezası vermek veya para cezası vermek mümkün kategorisine girer. Yani hapis cezası vermek zorunluluk değildir. O halde akıl açısından da bir muaraza yoktur. Sonuç: El kesmek kesin bilgidir. Burada belki tam olarak öyle olmasa da yine de diyebiliriz kanaatindeyim: Doğa bilimlerinde kesin bilgi yanlışlanana kadar öyleydi. Metinde de öyle olabilir. Yani icma ile elde edilen kesin bilgi yanlışlanana kadar doğru ve geçerlidir. İcma tecrübe edilmiş anlamdır. İcmayla ilgili yanlışlama meselesi de fazla yadsınmamalı. Zira herşeyin en doğrusunu Allah bilir. İcma etsek dahi herşeyin en doğrusunu Allah bilir. Bu, icmayı değersizleştirmek değil, tam aksine epistemolojide ona sağlam destek bulmaktır. İcma ile varılan bilginin yanlışlanması öyle kolay da değildir. Mesela namaz işte efendim, öyle değil, böyledir, demek icmayı bozacak cinsten değildir. Bugün böyle nice örnek var. Neden bunlar icmayı bozamaz? Çünkü bunlar deneyimlenmemiş, akla diyeceğim, ama akıl da değil, vehme dayanan bilgilerdir. Biz sırf metnin zahirine dayalı bilginin kesinlik vermeyeceğini söylerken bir insan nasıl olur da sadece kelimenin lugat anlamlarına bakarak kesin bilgiye ulaşabilir? Bu olsa olsa cahillikten başka bir şey değildir.
Burada yanlış anlamaya mahal vermemek için icma ile ilgili bir noktaya temas edeceğim. Zarurat-i diniyye dediğimiz hususlar var. Mesela namazın farziyyeti. “Bunda icma var” demek kat’ilik üzerine kat’ilik eklemektir. Bir de zannî, yani ictihadî konular var ki, asıl icma burada söz konusudur. Zira icma burada zannî olanı kat’î yapmaktadır. Bu durumda yukarıda söylediğimiz şeyi bir ayırım yaparak yeniden ifade edebiliriz: Zarurat-diniyye konusunda “Allah herşeyi bilir, doğru olanı Allah bilir” demeye gerek yoktur. Bu konunun tabiatı bunu gerektirir. Ancak diğer icma konularında “Allah herşeyin en doğrusunu bilir” demek mümkündür. Evet, kat’î bilgi hasıl olmuştur, ancak zannîlik üzerine kat’î bilgi hasıl olmuştur. Bu dediğimizi sanırım Ahmed b. Hanbel’e ait şu söz de teyid eder: “İcma edilmiştir, demek yerine bu konuda ihtilaf olduğunu bilmiyorum.” Bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca doğa bilimleriyle ilgili yanlışlama teorisine de uyar gibi gözüküyor. Doğa bilimlerinde kat’î bilgi hasıl olsa da yanlışlanana kadar bu böyledir, deniliyordu. Burada ise “bir ihtilaf bilmiyorum” denilmektedir, yani bir ihtilaf ortaya çıkarsa bu icmayı bozar, yani yanlışlanana kadar bu icma geçerlidir.
Metindeki nesnellik demişken Fazlur Rahman’a temas etmemek olmaz. O, ikili tefsir yönteminde nuzül ortamına gidilerek nesnel anlamın tespit edilebileceğini söylüyordu. Modern şartlarla yüklü olarak nesnel anlamı tespit etmenin felsefî açıdan imkansızlığı bir yana ben başka bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Fazlur Rahman, nesnel anlam dediği şeye nasıl ulaşıyordu? Ulaştığı bilginin nesnel anlamı ifade ettiğinden nasıl emin olabiliyordu? Bilebildiğimiz kadarıyla onun nesnel anlama nasıl ulaştığına dair bir yöntemi yoktur. Bildiğimiz tek şey, ayetin lafzî anlamını tespit etmektir. Mesela “hırsızın elini kesin” ayetindeki anlam hakiki olarak kesmektir. Buna nasıl ulaştık? Tek yol, dil gibi gözüküyor. Oysa dil, zanniliği barındırır. Faraza ben ayetten “hırsızlığın yollarını kesin” manası kastedilmektedir, dediğimde “hayır, mana elleri hakiki manada kesin” demektir, nasıl, neye göre denilebilecektir? Fazlur Rahman “ayet hakiki kesin anlamındadır” demekte ısrar edecek; ben “niye öyle olsun, bir o kadar hırsızlığın yollarını kesin” demektir diyeceğim. Ve bu kısır döngü devam edip gidecek. Başka bir delile başvurmadan da ayetin dilsel anlamından neyin kastedildiğini bir türlü anlayamayacağız.
İşte manayı garantiye alabilmek, kesinleştirebilmek için başka delillere ihtiyacımız vardır. Sünnet, uygulama gibi, icma gibi… Ancak Fazlur Rahman hem hadise hem de icmaya fazla sıcak bakmaz. Hatta kendi fikriyatına bunları engel olarak görür. Çünkü bunlar dildeki manayı sadece garanti altına almıyor, o mananın ilelebed öyle olduklarını da teyid ediyorlar. Bu durumda Fazlur Rahman için sünnet ve icma Kur’an’ı anlamada engeldirler. O zaman, sünnet yoksa, icma dikkate alınmıyorsa, yani sadece Kur’an ile, yani dil ile başbaşa kaldığımızda kabul ettiğimiz anlamın nesnel anlam, kesin anlam olduğundan nasıl emin olabiliyoruz? Aslında emin olmamamız gerekir, ama Fazlur Rahman oluyor işte. Kelamcılarımız bile emin olamazken Fazlar Rahman olabiliyor, ilginç bir durum! Sadece dil bize nesnel anlamı vermez. Fazlur Rahman verir kanaatindedir. Niçin? Çünkü Fazlur Rahman için nuzül ortamındaki manayı belirlemek o kadar da önemli değildir. Nasıl olsa değişecek! Önemli olan nuzül ortamında tespit ettiğimiz anlamı bugüne geldiğimizde nasıl değerlendireceğimizdir. Ona göre o tarihte ayetin manası el kesmek olabilir, ama bu, tarihseldir, bizden kıyamete kadar böyle yapılması istenmiyor. Bugün bunu gayet rahat değiştirebiliriz. İşte görüldüğü gibi Fazlur Rahman için nuzül ortamında nesnel anlamın nasıl tespit edildiği, o mananın nasıl kesinliğe kavuşturulduğu önemli değildir. Bu durum, Fazlur Rahman’ın sisteminin felsefî zaaflarından biridir.
Son olarak tevatür meselesini de bununla alakalı olarak düşünmek gerekir. Bir veya iki kişinin haberi zan ifade ederken. sayı artıkça tevatür yani kesin bilgi gerçekleşmektedir. Bu, doğa bilimlerinde deneyimlenin artmasına benzer. Deneyimleme arttıkça kesin bilgiye yaklaşılır. Tevatürde de bir, iki, üç.. 30, 40 derken bir tür deneyimlemek suretiyle kesin bilgiye ulaşılır. Bu kesin bilginin yanlışlanabilmesi için başka birilerinin “hayır öyle değil” demesi gerekir. Veya hadis söz konusu olduğunda Kur’an’a aykırı olması gerekir. Ancak şurası bir gerçek ki, hakikaten iyi deneyimlenmiş bir bilginin Kur’an’a aykırı olması düşünülemez. Çünkü iki kat’inin çelişmesi aklen mümkün değildir.
Sonuç olarak denilebilir ki, doğa ile metnin anlaşılması pek çok açıdan benzer görünmektedir. Doğa sembollerle yaratılmış bir metin; metin harflerle dizayn edilmiş bir doğa gibidir. Her ikisinin anlaşılma ve yorumlanması neredeyse aynıdır. Buna göre doğa bilgisi ilk bakışta zannî olabilir, ancak deneyimleme gibi bir takım yöntemler uygulanarak kesinliğe ulaşılır. Metin de böyledir. Metinde kasıt, dil ile ifade edilmekte, dil, bağlamdan uzaklaştıkça çok anlamlılığa zemin hazırlamaktadır. Ama neticede bu, metinle ilgili hiçbir nesnel bilginin elde edilemeyeceği anlamına gelmez. Aynen doğada olduğu gibi bir takım yöntemlerle kesin bilgiye ulaşmak mümkündür. Kesin bilgiye ulaşılamadığı yerlerde eğer zann-i galip oluşursa o da bir tür bilgidir ve onunla da amel edilir. Bu durumda denilebilir ki, akaid konularında kesin bilgi şarttır ama amelî/fıkhî konularda zannî bilgiyle de amel edilebilir.
Sa. Hocam
Şatıbî cüz’î naklî delilin delaleti konusunda gündeme gelen problemlerin aşılması bağlamında manevî istikrâ anlayışını şer’î alanda nesnel kat’îlerin tespitinde bir yöntem olarak benimsiyor. Ancak bu şekilde yani cüz’î zannî delillerin aralarında ortak olan anlam temelinde istikrâsı ile şer’î kat’î bilgilere ulaşılabileceğini ifade ediyor. Bu istikrada sadece naslar yok. Aynı zamanda müçtehitlerin tutumları da var. Şâtıbî istikrâ ile ulaştığı küllî neticeleri aynı zamanda Şâri’in kesin maksatları ve şeriatın da asılları olarak konumlandırıyor. Tabiî alanda küllî ilke ve kanunlara istikrâ ile ulaşıldığı gibi aynı yapıya sahip olan şeriat alanında da küllî ilke ve kanunlara ancak istikrâ ile ulaşılabilceğini ve bunun esasında selefin yöntemi olduğunu iddia ediyor. Buradan şu sonuca vaarabiliriz: Şatıbî’nin teorisine göre gerek tabii alanda gerekse şer’î alanda -ki her ikisi de aynı irade tarafından vazedilmiştir- kesinlik küllîdir, soyuttur ve anlamsaldır. Söz konusu kesinlik âdî-vaz’î kesinliktir. Mantıkî /aklî değildir. Yani alın zorunlu gördüğü bir kesinlik değildir.