İçeriğe geç

DİN, SEKÜLERLEŞME VE MODERNLEŞME: BAZI NOKTALARI ANLAMAYA ÇALIŞMAK

Sekülerleşme konusunda çeşitli teoriler var elbette. Sekülerleşme ile birlikte dinin ortadan kalkması bunlardan biri… Buna “sekülarizm” demek de mümkün. Dinin ortadan kalkmaması ve varlığını artan şiddette sürdürmesi sekülerleşme teorisinin çöktüğünün kanıtlarından sayılmakta, bazıları tarafından… Ancak daha etkili ve makul teori ise dinin ortadan kalkması değil, dinin birey ve toplum üzerindeki etkisinin azalması şeklindedir. Sanayileşme, kentleşme, katılım, refah, eğitim vs. gibi değişken sosyolojik sebeplerle dindarların bile dine bağlılıkları zayıflamaktadır.

Peki modernleşme bunun neresine tekabül etmektedir? Sekülerleşme modernleşmenin sonucudur denilebilir. Tabir-i diğerle geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yavaş veya hızlı sekülerleşme gerçeği ortaya çıkar. Şöyle diyebiliriz sanırım: Din ve devletin ayrılması laikliktir. Ve bu, bir modernleşmedir. Ama din ve devletin ayrılması ile birey ve toplumun dinî algı ve yaşayışında zayıflama ortaya çıkıyorsa sekülerleşme gerçekleşiyor demektir. Sanayileşme, bir modernleşmedir. Ama sanayileşme ile birlikte birey ve toplumun dinî algı ve yaşayışında zayıflama oluyorsa bu bir sekülerleşmedir. Ulus devlet modern bir olgudur, ama bununla birlikte birey ve toplum üzerinde dinin gücü azalıyorsa bu bir sekülerleşmedir. Serbest piyasacılık, yani liberalizm bir modernleşmedir, ama bu yolla birey ve toplumda dinî hayat zayıflıyorsa burada sekülerleşme var demektir. Hakikati sadece deney ve gözlem yoluyla bulabileceğini iddia eden bilimcilik modern bir olgudur, ama bu bilimcilik nedeniyle birey ve toplumun dinî algısı ve hayatında zayıflama olursa bu bir sekülerleşmedir.

Her modernleşen ülke sekülerleşmeyi yaşamak zorunda mıdır? Değildir elbette, ama bundan kurtulması imkansıza yakındır. Özellikle de Batılı anlamda bir modernleşme geçirdiyse… Dini; devlet, siyaset, ekonomi, kültür, tabiat, çevre, ahlak her şeyden ayırıp soyutladıysa… O zaman modernleşme ile sekülerleşme arasında –birbiri yerine konulamasa da- ciddi bir bağlantı vardır.

Bu çerçevede anlamaya çalıştığım bazı noktalar vardır. Bunları ikinci sekülerleşme teorisi açısından yorumlamaya çalışacağım. Sekülerleşmeyi, birey ve toplumun hayatında dinin etkisinin azalması olarak düşünürsek karşımıza iki durum çıkmaktadır:

  1. Bugün hayatın bir parçası olan fotoğraf ve müziği ele alalım. Bunlar salt dünyevileşmenin alameti midir ya da bunlar nasıl dünyevileşmenin alametine dönüşürler? Şimdi bir Müslüman düşünelim. Örneğin, bir önceki hayatında fotoğrafın haram olduğunu kabul ediyor veya müziğin her türlüsünün yasak olduğunu benimsiyor. Hayatının daha sonraki bir aşamasında fotoğrafın haram olmadığını veya müziğin her türlüsünün yasak olmadığını öğreniyor ve resim bulundurabiliyor; müzik dinleyebiliyor. Bu müslümanın önceki ve sonraki hayatını mukayese yaptığımızda sekülerleştiğini söyleyebilir miyiz? Kanaatimce hayır. Çünkü hayatında bu şekilde dinen bir zayıflama olmamıştır. Sadece dinin hükmünü öğrenmiş ve ona göre hareket etmiştir. Ancak bu Müslüman için şöyle denebilir: Önceki hayatında daha bir katı idi; şimdi ise yumuşama göstermiş, bazı hükümlerin kabulünde esnemiştir. Fakat bu esneme sekülerleşme değildir. Bununla birlikte bu Müslüman dinen meşru kılınan aşamayı aşıp her türlü müziği dinliyor ve her türlü resmi, heykeli sanat adına içselleştiriyorsa veya müziğe aşırı vakit ayırıp ibadetlerini aksatıyorsa sekülerleşiyor demektir. Zira dinin, hayatı üzerindeki etkisi ciddi bir şekilde zayıflıyordur. Ancak fotoğraf ve müzikle ilgili değişimde göz önünde bulundurulması gereken bir nokta vardır: Gözleme dayalı bir sosyoloji ile bakıldığında önceden haram kabul edilen bir hususu, daha sonra mübah kabul etmede bir sekülerleşmeden bahsedilebilir. Zira bu sosyoloji olguyu tasvir etmektedir. Buna göre Müslüman önceden şöyle idi, şimdi değişti. Basit bir çıkarımla “sekülerleşti” denilebilir. Ama anlayıcı sosyoloji ile bakılırsa kişi daha yakından tanınmaya başlanacak, onunla bir diyaloğa girilecektir. Böyle olunca kişinin niyetine –tam olmasa da- nüfüz edilecek, sonuçta davranış değişikliğinin dinden kaynaklandığı anlaşılacak ve belki de daha ‘iyi/kaliteli’ Müslüman olmaya çabaladığı söylenebilecektir, ki, bu da sekülerleşme demek değildir.
  2. Bir Müslüman düşünelim. Bir önceki yaşamında bir deniz sahilinde açık bayanların yüzdüğü bir yerde denize girmeyi dinî açıdan sakıncalı buluyor. Ama bir sonraki hayatında bu sahilde rahat yüzebiliyor, şu veya bu sebeple olması önemli değil. Burada sekülerleşme var mıdır? Vardır. Çünkü dinen hükümde bir değişme yoktur. Yani o kişi açık bayanların bulunduğu yerde yüzmeyi dinen yine sakıncalı kabul ediyor, ama şu veya bu sebeple orada yüzmekten geri de durmuyor. İşte bu bir sekülerleşmedir. Zira dinin, üzerindeki etkisi zayıflamıştır. Yine Müslüman önceden kadınlarla yalnız başına birlikte olmayı, daha açıkçası flört yapmayı dinen yasak kabul ediyor veya kadının elini tutmayı dinen haram kabul ediyor. Bu Müslüman, hayatının sonraki bir aşamasında bu konularda tamamen serbest takılıyor. İşte bu bir sekülerleşmedir. Zira dinin hükmünde değişen bir şey yoktur ve Müslüman hassasiyetlerini yitirmiştir. Alın size daha basit bir örnek: Önceki hayatında beş vakit namaz kılıyor, ama sonrasında üç vakit kılıyor; daha sonrasında ise hiç kılmıyor. Üstelik ciddi bir sebep yokken… Tamamen eğlenceye düşkün oluyor, işkolik oluyor veya yanlış arkadaş çevresi onu etkiliyor. Bu, sekülerleşmenin tipik bir örneğidir. Dinin, bu Müslüman üzerindeki etkisi ciddi olarak zayıflamıştır. Müslüman daha önce faize dikkat ediyordu, şimdi dikkat etmiyorsa sekülerleşti, demektir. Müslüman daha önce ihale idi, yolsuzluk diyerek hak hukuka riayet ederdi. Şimdi bayağı esniyorsa, bu dinen yeni bir şey öğrenmek değil, sekülerleşmek demektir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Birinci kısımda olduğu gibi Müslüman kadın-erkek ilişkilerindeki hükümleri yasak değil de meşru olarak görüyorsa yine sekülerleşiyor diyebilir miyiz? Öyle ya, birinci kısımdaki Müslüman sonraki hayatında meselenin dinen hükmünün öyle olmadığını öğrenip hayatında değişiklikler yapabiliyordu. İkinci kısımdaki Müslüman da dinen bu ilişkilerde bir sakınca olmadığını öğrenip öyle hareket etmiş olamaz mı? Mesela ona göre flört yapmak yahut kadın veya erkek elden tutmanın haram olmadığını kabul ediyor. Bu da dine göre hareket etmek olmaz mı? Önceden haram kabul ediyordu, şimdi öyle kabul etmiyor. Niye sekülerleşme olsun ki?!

Burada ciddi bir sorun var. Önce şunu belirtelim: Biz sekülerleşmeyi veya herhangi sosyolojik veya felsefî teoriyi kendi kafamıza göre belirlemiyoruz. Bir teorinin, kuramın, düşüncenin, ilim dalınca belirlenmiş bir veya iki anlamı, şekli, yolu vardır. Bunlar dikkate alınarak değerlendirme yapılır. Aynı şekilde dinde de elbette hükümlerin belirlenmesinde bir usûl vardır. Herkes (buna bazı ilim adamları da dahildir) kafasına göre dini hükümleri belirleyemez. Mesele, bir Müslümanın verdiği farklı bir hükmün her halukârda meşru olması meselesi ise meşru olmayacak hiçbir eylem ve davranış yok demektir. Evet, burada dinin hükümleri bellidir. Değişen bir şey olmamıştır. Ama sosyo-kültürel şartlar değişmiş, kadın-erkek daha bir yakınlaşmış, aradaki mesafeler neredeyse ortadan kalkmıştır. Müslüman da bu meseleyi yeniden değerlendirmeye başlamıştır. Ancak burada tamamen değişen sosyo-kültürel şartların etkisi altındadır. Zaten Müslüman da muhtemelen yaptığı şeyin yanlış olduğunu bilmekte, ama günaha girmemek için de “helal diyenler de var” şeklindeki bir görüşe sığınmaktadır. İşte önceki hayatında bu ilişkileri yasak kabul edip daha sonra bunları normal kabul etmesi sekülerleşmenin Müslüman üzerindeki etkilerinden biridir. Eşcinsel olanlarla ilgili gelişme de böyledir. Onlara bir insan olarak saygı duymaya başlamak sekülerleşme alametidir. Daha dün dine sövenleri tekfir ederken, şimdi öldüklerinde onlara rahmet okumak da sekülerleşme alametidir. Zira Müslüman dine sövenlere rahmet okumanın meşru olduğu dinî açıdan temellendiremez. O zaman değişen sosyo-kültürel şartlar içinde şu veya bu yorumla dine bağlılığın zayıfladığı bir nokta var demektir. Yine kadın veya erkek açısından olsun farketmez, dün aileyi her hâlükârda devam ettirmek, basit sebeplerle hemen boşanmamak savunuluyorken Müslümanların bir sonraki yaşamlarında hemen boşanabiliyorsa, aileyi devam ettirmek için en ufak bir gayret göstermiyorsa, sekülerleşme etkisini gösteriyor demektir.

Ancak şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Bir kimse fetvaya göre hareket ediyorsa seküler davranıyor olamaz. Bir kimse de fetvaya göre değil de kendi arzularına göre hareket ediyorsa sekülerleşme var demektir. Fetvaya göre hareket edenin üzerinde, dinin açık bir etkisi görülürken; hareket etmeyende dinin etkisi ciddi olarak azalmış demektir. Bu itiraza şöyle itiraz etmek mümkündür: Evet, bir açıdan, doğru; fetvaya göre hareket etmek, dinin istediği gibi hareket etmeyi arzulamak demektir. Fakat toplumda fetva meselesi ehil olamayanların eline geçmiştir. Her kafadan bir ses çıkmaktadır. Bu çok gürültülü ortamda modern hayat tarzının her şeyi fetva yoluyla meşru hale gelebilmektedir. Evet, kişi fetva ile hareket ederken dinî hareket etmekte, ama mesela fetva ile faiz meşrulaştırılmakta; milli piyango helal kabul edilmektedir. Örnekler artırılabilir. Bu haliyle de sekülerleşme söz konusu olmaktadır. Demek ki, olaya kişi açısından bakıldığında farklı boyutları olabilmektedir. Mesela kişi önceki hayatında gelenekçi hocalardan gelenekçi fetvalar alıyordu. Daha sonraki hayatında ise modern hocalardan modern fetvalar almaya başlamıştır. Burada fetva talebi açısından sekülerleşme olmasa da modern hayata uygun fetva arayışı bakımından bir sekülerleşme yaşandığı bellidir. Yine birey bazında şöyle bir durum da olabilir: Kişi, önceki hayatında fetva temelli hareket etmiyordur. Ama sonraki hayatında dini açıdan yanlış yapmamak düşüncesiyle fetvaya müracaat ediyor, fakat modern fetvalara eğilim gösteriyordur.

Evet, bir tarafta fetvaya göre haereket etmek; diğer tarafta ise mudern hayatın icağlarını fetva aracılığyla meşrulaştırmak… Acaba bu örnekler bize bir taraftan dindarlaşma ama öbür taraftan ise sekülerleşmenin varlığını mı göstermektedir? Yoksa burada söz konusu olan sekülerleşme değil de  modernleşme midir? Bir kere nasıl olursa olsun “fetva talebi”nde bulunmak desekülerleşmedir. Burada rasyonellikten uzaklaşma ve dine sığınma vardır. Öbür taraftan arzu edilen fetva modern hayatla uyum içindedir veya modern hayatla uyum içinde bir fetva arayışı vardır. İşte buna ne demeliyiz? Sekülerleşme mi, modernleşme mi? Buna “modernleşme” demek mümkündür. Zira “fetva talebi” sükülerliğin olmadığının göstergesidir. Ancak fetva yoluyla “modernleşme” söz konusu olabilir. Bazı din yorumlarının da “modernleştirici” bir etkisinin olduğu açıktır. Şunu da belirtmeliyim ki, modernleşmenin, dinin, birey ve toplum üzerinde etkinliğini azalttığı ileri sürülebilir. İşte bu noktada sekülerleşme başlar. İnsanlar artık fetva talebini boş verip kendileri karar veriyorsa hem modernleşme hem de sekülerleşme birlikte gerçekleşiyor demektir.

Aslında burada bireyin davranışlarında sekülerleşmenin mi, modernleşmenin mi olduğunun niyetlerle alakasının olduğunu da belirtmek lazım. Bireylerin önceki ile sonraki davranışlarında bir değişiklik gözlemlenmektedir. Ama bu değişikliğin sebepleri nelerdir? “Fetva talebi” iyi bir niyetten mi, yani dinî tabirle “ihlas”tan mı kaynaklanmaktadır yoksa başka bir anlamı mı vardır? Bunu sosyoloji nasıl açığa çıkaracaktır? Açığa çıkarmak gibi bir görevi var mıdır? Bu anlamda muhtemelen denilebilir ki, sosyoloji bireylerin tavır değişikliğinin içsel sebeplerine bakmaz. Niyetlere hiç bakmaz. Dine göre hareket edip etmediğiyle de ilgilenmez. Önceki hayatı nasıldı? Şimdi nasıl? Değişen durumu gözler ve kararını verir. Bu, bir açıdan doğru olsa bile yüzeysel değil de gerçek bir sekülerleşmenin olup olmadığını belirleyebilmek için bireylerle konuşmak, onlarla mülakat etmek, onları anlamaya çalışmak dinin üzerlerindeki etkisinin zayıflayıp zayıflamadığını anlamak bakımından daha isabetli bir yol olsa gerektir. Belki de “açıklayıcı” ve “anlayıcı” sosyoloji arasındaki fark budur… Bununla birlikte “anlayıcı sosyoloji” de fıkhın sınırnda durur. Nihayetinde bu sosyolojinin değer hükmü ortaya koymak gibi bir amacı yoktur. Amacı bireyin kılcal damarlarına girerek “düşünceler”ini deşifre edebilmektir.

Bir soru daha: Yukarıda örnekler verdik. Bunları artırmak mümkün. Soru şu: Bir konuda sekülerleşen bir Müslümana “seküler Müslüman” diyebilir miyiz? Yani ona böyle bir sıfat verebilir miyiz? Elbette maksat böyle bir etiket yapıştırmak değil, anlamak için soruyoruz. Kanaatimce hayır. Müslüman hayatının “çoğu”nda dünyevileşme emareleri gösteriyorsa seküler sıfatını hak eder. Hayatında bir kaç kez yalan söyleyene “yalancı” denmez. Yine Müslüman hayatının çoğunda olmasa bile “en önemli” ibadet veya hükümlerinde dünyevileşiyorsa, seküler sıfatını hak eder. Mesela sadece kadınla veya erkekle tokalaşma konusunda dünyevileşti. Fakat diğer ibadetlerini yapıyor, helal haramı gözetiyor. Buna “yanlış yaptı” denilebilir, “seküler Müslüman” denmez. “En önemli” meselesine gelince, mesela daha önce namaz kılar, oruç tutardı. Şimdi ise bunları yapmıyor. Ama başka helal ve harama dikkat ediyor. Evet, başkalarına riayet ediyor olabilir –gerçi çok zordur, ama öyle kabul edelim- ama en önemli ibadetleri terketmiştir. Ve bunları bir kereliğine değil, sürekli olmak üzere terketmiştir. Bu Müslüman için “sekülerleşti” demek mümkündür.

Son bir soru: Sekülerleşen birey ve toplumun dindarlaşması mümkün müdür? Yani dine, dindarlığa dönüş mümkün müdür? Elbette mümkündür, ama çok zordur. Birey için zorluk bir katsa toplum için bu zorluk iki kattır. Bireylerin değişimi diğerine nazaran biraz hızlı olabilmektedir, ama toplumların değişimi o kadar hızlı değildir. Volkan Ertit, bu konuda şunları ifade eder: “Sekülerleşmek aslında gündelik hayatta doğaüstüne daha az ihtiyaç duymak demek. Bu durumda bir toplumun desekülerleşmesini istiyorsanız, o toplumun tekrar doğaüstüne ihtiyaç duymasını sağlamanız gerekiyor. Bunu nasıl sağlayabilirsiniz? Oldukça büyük ve telafisi on yıllar alacak doğal afetler, iç savaş, açlık, susuzluk, modern tıp olanaklarının yokluğu vb… Yakın arkadaşım 1999 depreminden sonra başını kapama kararı aldı. Sebebi de şuydu: Babası göçük altında kalmıştı ve o sırada Allah’a ‘eğer babamı sağ-salim bize bağışlarsan, ben de kapanacağım.’ diye dua etmişti. Eğer o gece deprem olmasaydı, ya da o gece farklı bir şehirde olsalardı, ya da evleri daha sağlam olsaydı, Allah’a böyle bir duada bulunmayacaktı.” Bana göre burada değişimin sebepleri olarak sayılan hususları büyük toplumsal değişimler için mümkün görmek gerekir. Elbette bunlar bireysel değişim için de birer sebeptir, ama bireysel değişimleri sadece deprem, sel, iç savaş, kıtlık vs. gibi büyük değişimlere bağlamak isabetli olmasa gerektir. Bireysel değişimlere bazen bizce basit ama onu yaşayan açısından çok önemli etkenler sebep olabilir. Bireylerin içsel yaşamları da dinsel dönüşümü sağlayabilir. Bireylerin dindarlarda gördüğü ahlakî yaşantı da dinsel değişimi temin edebilir. Zira hem ülkemizde hem de daha sıklıkla Avrupada hayatını değiştiren, hidayet bulan, örtünen, namaz kılanların sayısı gittikçe artmaktadır. Ve bunlar bu değişimi başlarına gelen bir deprem, sel veya kıtlıktan sonra gerçekleştirmemiştir. Psikolojik buhranlar, hayatı açıklayamamaktan kaynaklanan “varoluşsal/egzistansiyel” sıkıntılar, refahın insanların içsel dünyalarını tatmin edemeyişi yeni dinsel arayışları tetikleyebilmektedir. Bununla birlikte toplumsal değişime -denildiği gibi- deprem, sel, iç savaş vs. gibi olgular daha hızlı etki edebilmektedir.

Tarih:Yazılar

Tek Yorum

  1. m1 m1

    Allah razı olsun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir