İçeriğe geç

FIKIH/KELAM VE SOSYOLOJİ

Düşünüyorum da, bazen ne yaptığımızı karıştırınca sonuç da ister istemez karmakarışık oluyor. Bir tarafta dinimiz var, yani Kur’an var, sünnet var, sahabe var. Diğer taraftan değişen bir sosyoloji var. Bazıları fıkhı ve kelamı esas alıp sosyolojiyi zorluyor; bazıları ise sosyolojiyi esas alıp dini alanı esnetiyor da esnetiyor. Yumuşak bir İslam haline getiriyor. Tabii herkes böyle değil. Zaten asıl problem de bu işlerin ehli olmayanların bu alanlara dalması ve ne olduğu belirsiz karışıkların ortaya çıkmasıdır. Alanlar arasında sağlıklı ilişki kurulmazsa hem zamanın arkasına düşeceğiz hem de değerlerin yıpranması, aşınması ve yok olması ile karşı karşıya kalacağız. Peki bu ilişkiyi nasıl sağlayacağız? Burada konuyu uzun uzun açıklayacak değilim. Kendimce tespit ettiğim bir kaç nokta üzerinde durmak niyetindeyim.

  1. Fıkıh/kelam, olması gereken’i ortaya koyar. Sosyoloji ise olan’ı tasvir eder. Fıkıh/kelam, değer ortaya koyar. Sosyoloji, değerlerle yoğrulmuş birey ve toplumu anlamaya çalışır. Fıkıh/kelam, sosyolojiye ihtiyaç duyar, zira sosyoloji gelişen ve değişen durumla ilgili bilgi sunar. Fıkıh/kelam bu bilgiyi dikkate almak durumundadır. Ama sosyoloji Fıkıh/kelam’a ihtiyaç duymaz. Sadece belki hangi olguyu anlamaya çalışıyorsak onunla ilgili temel kavramları bilmemiz gerekir. Onun dışında ihtiyaç yok. Çünkü sosyolojinin olguya yönelik bir değersel yaklaşım ortaya koyması söz konusu değil.
  2. Mesele bu ise Fıkıh/kelam kesinlikle sosyolojiyi dikkate almak durumundadır. Aslında bu tarihte “örf” adı altında tartışılan bir şeydir. Örfü bilmek sağlıklı fetva vermek için şarttır. Tabii her örf de fetvayı değiştirmek anlamına gelmemektedir. Yani “örf” mutlak değildir. Ayrıca fetva geleneğinde de bireye özel durumlar söz konusu olabilmiştir. Yani bireyin yaşadığı durum ince ayrıntısına kadar dinlenmiş, anlaşılmaya çalışılmış ve ona göre fetva verilmiştir. O zaman fetva vermek hem bireyi hem de toplumu kısaca olan’ı tanımayı gerektirir. Bazen o kadar olur ki, niyetler de devreye girer. Niyetleri tam olarak bilmek mümkün değil. Ancak fetva bazen niyetin ne olduğunu bilmeyi gerektirir. Bu ise kişiye niyetinin ne olduğunu sormakla öğrenilecektir. Aslında bu durum sadece fıkıh ve fetva ile değil, kelam ve akaid alanıyla da ilgilidir. Zira küfür olan söz veya davranış, bazen niyetlerle netlik kazanır. Salt/zahirî söz veya davranışla küfre karar verilemez. Tüm bunlar birey ve toplumu iyi tanımayı gerektirir.
  3. Fıkhın değer hükümleri şöyledir: Farz, vacip, sünnet-i müekkede, sünnet-i gayr-i müekkede, müstehap, nafile, adab, mübah, haram, tahrimen mekruh ve tenzihen mekruh.  Bu dinî değer hükümlerinin bu kadar ayrıntılı olması birey ve toplumda meydana gelen olguların incelikli olarak ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Kaba bir tasnifle yetinilmemiş, meseleler daha incelikli ele alınmıştır. Hatta denilebilir ki, mümkün ise bu tasnife yeni kategoriler de eklenebilir. Yapılabilirse bu, meselenin kılcal damarlarına girmek anlamına gelecektir. Örneğin kötü’yü gösteren üç değer hükmümüz vardır:  Haram, tahrimen mekruh ve tenzihen mekruh. Bu, daha da artırılabilir. Kebair var, ekberu’l-kebair var. Şöyle bir sıralama: En kötü, çok kötü, orta kötü, az kötü, en az kötü. Bunlar, fıkhî tabirle nasıl ifade edilir, bilemiyorum, ama buna da yer yer ihtiyaç olabileceği malumdur. Diğer taraftan kelam’ın değer hükümleri şöyledir: Allah, iman, küfür, şirk, nifak, dalalet, bid’at. Kelam, fıkha göre daha katıdır, yani olmuş bitmiş bir bilgiyi ifade eder. Zira iman ve küfrün ne olduğu açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Bununla birlikte yeni ortaya çıkan durumların bu değer hükümlerine göre nerede durduğu da araştırmaya, incelemeye açıktır. Bunun için de hem bireyin içinde bulunduğu durumu hem de toplumsal değişimi iyi okumak  gerekecektir. Burada da sosyolojiye ihtiyaç olduğu açıktır. Ayrıca kelamın Allah gibi değerleri söz konusu olduğunda Allah-alem-insan ilişkisi söz konusu olacaktır ki, bu durumda sadece değişen sosyolojiyi değil, değişen kozmolojiyi de iyi bilmek gerekecektir. Böyle yapılırsa kelamî dinî zemin ile sosyolojik zemin birleştirilmiş olacaktır.
  4. Günümüzde tarihselcilik ve modernite tartışmaları tam da Fıkıh/kelam’ın değişen hayata intibak etmesiyle ilgilidir. Görebildiğim şudur: Bu tartışmada temel bir takım iman, ibadet ve ahlak ilkeleri istisna edilerek her şeyin değişimin konusu olduğu savunulmaktadır. Bunu savunanlar sadece değişen sosyolojinin görünen yüzünü dikkate almakta, değişimin nedenlerini, arkaplanını ve en önemlisi neye mal olacağını, yani bedelini hesaba katmamaktadır. Bu yönüyle değişim taraftarı olanlar Fıkıh/kelam’ın değer hükümlerini çok da önemsememektedir. Zaten yazılıp çizilenlerde haram, mekruh, farz, mendup gibi kavramlardan ziyade değişim, gelişim, ilerleme, kalkınma, öznellik, yorum gibi kavramların revaçta olduğu görülmektedir. Aslında bu durum, sosyolojinin kendisini “değer hükmü” haline getirmektedir. Oysa sosyolojinin kendisi değer dayatamaz. Sosyoloji anlayıcıdır, yorumlayıcıdır, ama değer üretici değildir. Ancak değişen sosyolojiyi dikkate alanlar değer üretmeyi Fıkıh/kelam’a değil, sosyolojiye havale etmektedir. Burada bir alan karıştırmasının yapıldığı açıktır. Mesela geçmiş ulema “örf”ü dikkate almış, ama onu mutlaklaştırıp nass’ın önüne geçirmiştir. Modern zamanların “şartlar”ı ise mutlaklaştırılmakta, evrensel kılınmak istenmektedir.   
  5. Yine günümüzde “felsefe”yi esas alan bazı mahfillerde Fıkıh/kelam şiddetle yerilmektedir. Zira Fıkıh/kelam, değer ortaya koymaktadır. Bu değer hükümleri bazı şeyleri yasaklayıcı olabilmektedir. Fıkıh, haramdan bahsetmekte; kelam ise küfür ve bid’at olanı belirlemektedir. Bu da felsefe ile ilgilenen bazı kişileri rahatsız etmekte, Fıkıh/kelam’ı “düşünce” önünde engel görmektedir. Onun için felsefî düşünce teşvik edilerek önplana çıkarılmak istenmektedir. Bu düşünce tarzı değer hükümlerinden bunalan, dahası değer hükümlerini sadece özgürce kendisine bağlamak isteyen modern özne için de iyi gelmektedir. Yani modern özne bu düşünce tarzı ile kendini iyi hissetmektedir! Nihayetinde kendisine karışanı olmayacaktır. Böyle düşünenler yer yer din ile bilim, felsefe, devlet… her şeyin arasını ayırmak istemektedir. Böylece kendi zanlarınca dine de bilime de halel gelmesini önleyeceklerdir! Peki din hakkında kim konuşacaktır? Dahası din ne işe yarayacaktır? Dinin bunca gelişme karşısında sessiz kalması, kabuğuna çekilmesi, cami ile kendini sınırlaması, iman ve ibadet ile kendini yeterli görmesi mümkün olacak mıdır? Dinin kurumsallaşmış veya sistematik hale getirilmiş ilimleri olan Fıkıh/kelam’ın meseleye böyle bakması mümkün müdür? Mümkün ise bu ilimlerin intiharı anlamına gelecektir. Böyle bir şey olmayacağına göre sağduyulu davranmakta fayda vardır. Orta yol bellidir. Kişiler özgürce düşünecek ve üretecektir. Ancak Fıkıh/kelam da kişilere odaklanmadan bu düşüncelerin veya sosyolojilerin değer terazisinde ne anlama geldiğini tartacaktır. Zira bu, onların görevidir. Bu görevlerini yerine getirmez iseler yanlış yapacakları açıktır.
  6. Bazen akademik camiada, alan içinden yapılan “düşüncenin sünnisi bid’isi olmaz; düşünce ve bilim konularında küfür, dalalet, bid’at gibi kavramları lugatımızdan çıkarmalıyız” gibi söylemler dile getirilmektedir. Bu, felasife’nin tezlerine benzemektedir. Ondan ne kadar etkilenip etkilenmediğini bilemiyoruz. Ancak bu düşüncelerin mutlak olarak dile getirilmesi meseleyi içinden çıkılmaz hale getiriyor. Keşke “şu tür konularda düşüncenin sünnisi, bid’isi olmaz ama şu tür konularda usûl gereği sünnî olana da bid’î olana da dikkat etmek gerekir” şeklinde ayırımlar yapılabilseydi! Herhalde böyle bir ayırıma kalkışmak baştan meseleyi tartışmalı kılacağına göre en iyisi toptan düşüncenin önündeki engelleri kaldırmanın en iyisi olduğu farzedilmektedir. Bunu söyleyenler kelamcı olunca daha tuhaf bir durum ortaya çıkmaktadır. Bir hadisçinin sahih hadis kabul etmediğini, her hadisi uydurma veya Kur’an’a aykırı gördüğünü düşünün. Ama bu kimse hadisçi! Bu noktada meseleler ciddi bir şekilde birbirine karıştırılmaktadır.
  7. Son olarak tasavvufun revaçta tutulduğu bir anlayışı da buraya not etmeliyiz. Şüphesiz tasavvuf konusu çok geniş bir konudur. Müşahede ve tecrübe yoluyla insanın manevî potansiyellerini kaşfetmesi ve ahlakın ilim haline haline getirilmesi açısından önemi yadsınamaz. Ancak burada başka bir noktadan meseleye bakıyorum. O da şudur: Tasavvufta, insanı dıştan yönlendiren haram, helal gibi, küfür, şirk gibi değer hükümleri yoktur. Tabii aslında vardır. Bu yola giren mezkur değer hükümlerini, kabul etmekte, o şekilde yaşayışını derinleştirerek daha üst keşf mertebelerine yükselebilmektedir. Bu bir yana tasavvuf insan terbiyesine yönelmekte, kişisel kemali hedeflemekte, bu yolda dıştan yönlendirmeyi değil, içsel dönüşümü temin etmektedir. Bu da modern insanı bir açıdan bakarsak cezbetmektedir. İnsanlar helal haramdan ziyade “aşk”tan bahsetmeyi daha kolay ve cazip görebilmektedir. Ancak tasavvufun güncel tarikatlerle özdeşlemesi yer yer böyle bir sahiplenmeye de engel olabilmektedir. Zira tarikatler “aşk”tan değil, daha ziyade hurafelerden bahsetmektedir. Bu bir yana vurgulamak istediğim nokta helal harama bakmayanlar açısından tasavvufun “aşk” bahane edilerek sığınılan bir liman olmasıdır. Bir zamanlar fıkıh kuru, katı, şekilsel, fakihler dünyaya meyilli görülürken şimdi tasavvuf, bazı tarikatler eliyle hurafeye batmış, bid’atlere gömülmüş, en öneli amaçları olan ahlak ve kemalden uzaklaşılmış ve müntesipleri dünyaya meyletmiştir.

Oysa bütün İslamî ilimler birbirine bağlıdır. Birbirini kontrol etmek durumundadır. Bunlar eğer İslamî sıfatını almış iseler “değer hükümleri”ne bağlı kalmak zorundadırlar. Tarihte değer üretmeyi Fıkıh/kelam üstlenmiştir. Buna kimsenin kızmaya da hakkı yoktur. Olması gerekendir. Zira Fıkıh/kelam olması gerekenle ilgilenmektedir. Diğer bütün ilimler olanı tasvir etmektedir. O zaman her ilim kendi alanını bilecek ve ona göre hareket edecektir. Fıkıh/kelam değer üretici yapısından dolayı eleştirilere maruz kalmaktadır. Burada haksızlık vardır. Eleştiri fıkıhçı veya kelamcıya yapılsa bunu anlamak mümkündür. Ama Fıkıh/kelam’a yapıldığında bunu anlamak mümkün değildir. Elbette değer adına fıkıhçı veya kelamcı ne üretiyorsa kabul edilecek değildir. Üretilenler tartışmaya açıktır. Gazalî’nin söylediklerinin tartışmaya açık olması gibi. Ama buradan yola çıkarak Fıkıh/kelam’a yöneltilen eleştiri biraz tuhaf ve insafsız kaçmaktadır. Burada Fıkıh/kelam’ın değer üretmekten elini çekmesi istenirken farkında olmadan değer üreticisi olarak yerine felasife, sosyoloji, psikoloji vs. ikame edilmektedir. Bu çarpık düşünme biçiminin idrak edilmesi temennimizdir.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir