İlahiyat camiasında şöyle bir tartışma vardır: Usul-i fıkıh yeni içtihatlarda bulunmanın bir usulü müdür yoksa geçmiş fıkıh müktesebatını sistemleştiren bir usul müdür? Hem birinci hem de ikinci görüşü kabul edenler olmakla birlikte mutedil görüşler de var. Mutedil görüş, usul-i fıkhın önemli ölçüde geçmiş fıkıh müktesabatını anlama ve sistemleştirme olduğunu söyler. Bunun yanında bir o kadar da yeni ortaya çıkan meselelere çözüm üretmenin usuludur de. Kıyas, maslahat, istihsan, örf delilleri bunun için vardır. Alanım olmamakla birlikte ben mutedil görüşün daha isabetli olduğunu düşünüyorum. Esasen usul-i fıkıh geçmiş müktesebatı sistemleştirmektir. Ama bu, usul-i fıkha dayanarak yeni içtihatlarda bulunmaya mani değildir. Mani olmaması bir tarafa dediğimiz gibi bir takım delillerle buna imkan da tanımaktadır.
Aslında burada usul-i fıkhı bu açılardan tartışanlar için üzerinde durulmayan bir nokta vardır. Bir ölçüde kıyas, istihsan yoluyla usulü yeni gelişmelere uygulanabilir. Burada sorun olduğunu sanmıyorum. Peki geçmiş fıkıh müktesebatını dikkate aldığımızda usul-i fıkhın işlevi var mıdır? Olacak mıdır? Yani usul-i fıkha dayanarak, onu işleterek geçmiş fıkıh müktesebatı hakkında yeni değerlendirmeler yapabilecek miyiz? “Her mezhep, her usul, kendi sistematiğine göre hareket edecek, karara bağlanmış hükümler hakkında yeni içtihatlar edilemeyecek” mi diyeceğiz yoksa “hayır, karara bağlanmış da olsa bazı hükümler konusunda yeni değerlendirmeler yapmamız lazım” diyebilecek miyiz? Kendi adıma bazı hükümlerin yeniden değerlendirilmesi taraftarıyım. Elbette bunun için öncelikle mezhebin kendi içinde bunun imkanları araştırılacaktır. Ama olmazsa diğer mezheplerden yardım alma veya yeni içtihadlarda bulunma mümkün olacaktır.
Aynı şeyi diğer usuller için de düşünmek mümkündür. Malumdur ki kelamda bilgi edinme yolları var: Akıl, duyular ve haber. Aynı soru burada da geçerlidir: Bu bilgi edinme yolları, kelamda, yeni bilgilere ulaşmak için midir yoksa geçmişte var olan bilgi kümelerini bir sistematiğe kavuşturmak mıdır? Herhalde cevap da iki şıklı olacaktır:
1. Bu bilgi edinme yolları geçmiş müktesebatı bir sistematiğe kavuşturmak içindir. Amaç yeni bilgiye nasıl ulaşılır, bunun usulünü ortaya koymak değildir.
2. Bu bilgi edinme yolları nesnel olup yeni bilgiye nasıl ulaşılır bunun metodunu göstermek içindir.
Burada mutedil diyebileceğimiz üçüncü bir görüşün olması da mümkündür. Bana göre isabetli olan bu görüş şöyle ifade edilebilir: Esasen bilgi edinme yolları geçmiş bilgi kümesini tutarlı bir sistematiğe kavuşturmak içindir. Amaç budur. Zira yeni kültürlerle düşünce akımları ile karşılaşılmış, bu karşılaşma bir tür krize yol açmıştır. Bu krizi açmak için var olan bilgi kümesi tutarlı bir sistematiğe kavuşturulmak zorundaydı. Onun için de akli bir yönteme ihtiyaç vardı. Kelam bunu gerçekleştirmiş oldu. Örneğin, mütevatir ve ahad ayrımı yeni bilgiye ulaşmak için değil, var olan bilgilerin değerini ortaya koymak, tutarlı bir akli düşünce geliştirmek içindi. Ancak bu durum bu bilgi edinme yollarından ilham alarak yeni bilgilere ulaşmaya mani midir? Ben bahane olmadığını düşünüyorum. Asıl maksat yeni bilgilere ulaşma olmasa bile ortaya konulan bu sistem yeni bilgilere ulaşmaya da imkan vermektedir.
Şimdi gelelim asıl uzmanlık alanımıza: Hadis usulü. Acaba bu usul aynen diğer ilimler gibi midir? Yani geçmiş müktesebatı tutarlı bir bütüne kavuşturmak için midir yoksa yeni bilgilere de ulaşmak için midir? Örneğin, sahih hadis. Sahih hadisi tanımlamak, geçmiş rivayet malzemesini değerlendirmek için midir yoksa kıyamete kadar yeniden sıhhat değerlendirmeleri yaparak yeni hükümlerde bulunmak için midir?
Bu noktada belki İbnu’s-Salah’ın değerlendirmelerini hatırlamak faydalı olur. Hadîslerin tashîh faaliyetinin bittiğine dair münakaşanın İbnu’s-Salâh’la başladığını görmekteyiz. İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-hadîs adlı eserinde hadîs cüzleri ve diğerlerinden rivâyet edilen haberler arasında isnâdı sahîh olan bir hadîs bulup da ne Sahîhayn’ın birinde ne de hadîs imamlarının itimat edilen meşhûr eserlerinden bunun sahîh olduğuna hükmedildiğini bulamazsak artık onun sahîh olduğuna kesin olarak hüküm vermeye cesaret edemeyeceğimizi ifade eder. Ona göre bu çağlarda senedleri dikkate alarak sahîhi anlamada müstakil hareket etmek güçleşmiştir. Çünkü bunlardan hiçbir isnâd yoktur ki, râvileri arasında sahîh hadîste şart koşulan hıfz, zabt ve itkandan yoksun olarak rivâyetinde kitabına itimat eden bir kimse bulunmuş olmasın. Şu halde sahîh ve haseni bilmede iş, hadîs imamlarının meşhûrlukları sebebiyle tağyîr ve tahrîften korunmuş olan mutemed eserlerinde belirttiklerine güvenmeye kalmıştır.(Ulûmu’l-hadîs, s. 159-160)
İbnu’s-Salâh’ın bu görüşleri eleştirilmiştir. Sadece geçmiş âlimlerin tashîhlerini kabul etmemiz halinde diğer bir mesele olarak önceden tashîh edilip sonradan za’fı ortaya çıkan hadîsleri kabul edip almamızın yanında önceden taz’îf edilip sonradan sahîh oldukları ortaya çıkan hadîsleri terketmemiz gerekecektir.
Yine mesela, Hakîm en-Neysaburî’nin Müstedrek’inde sahîh, hasen, zayıf, hatta uydurma hadîsler bulunmaktadır. Bu durum ise ancak râvileri ile illetlerini araştırmak ve metin tenkidi yapmak sûretiyle bilinebilir. Hakîm ve İbnu’s-Salâh’tan sonra gelen hadîs âlimlerinin yaptıkları da budur. Bunlardan Zehebî, Hakîm’in eserini tenkid etmiş, ondaki hadîslerin bir kısmının sahîh olduğu hükmüne katılmakla birlikte diğer bir kısmının sahîh olmadığını belirtmiş, hatta onda bulunan uydurma hadîslerden bir cüz meydana getirmiştir. Şimdi İbnu’s-Salâh’tan sonra muhakkik âlimlerin söz konusu hadîsler hakkında verdikleri zayıf veya uydurma hükümler mi, yoksa İbnu’s-Salâh’a uyup Hakîm’in verdiği hükümler mi kabul edilecektir? İbnu’s-Salâh’ın görüşünün sahîh olmayanı sahîh kabul etmeye, sahîhlik şartlarını tamamıyla taşıyanı ise önceki imamlardan birinin sahîh olduğunu söylememesi sebebiyle reddetmeye götüreceğinde şüphe yoktur. Bütün bunlar doğru değildir.
Ayrıca İbnu’s-Salâh’ın zamanında ve ondan sonra vakıa da onun görüşünün aksine olmuştur. Muasırı ve halefi pek çok âlim tashîh işleminde bulunmuşlardır. Meselâ Dimyatî, (ö. 705/1305) “Zemzem içildiği niyete göredir.” anlamındaki Câbir hadîsinin çeşitli rivâyetlerini bir cüzde toplamış ve hadîsin sahîh olduğuna hükmetmiştir.
Şimdi bu tartışmaların ardından benim hadis usulü ile ilgili vardığım sonuç şudur: Aynen diğer ilim dallarında olduğu gibi hadis usulü de esas itibariyle geçmiş müktesebatı tutarlı bir şekilde sistematize etmek içindir. Bununla birlikte hadis usulü belki bir bütün olarak hadislerin hepsini olmasa bile bir takım hadisleri yeniden değerlendirmeye imkan vermektedir. Özellikle muhaddislerin, sıhhatinde icma etmediği, yani hakkında ihtilaf edilen hadisleri, yeni bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkündür. Ayrıca hadis metinlerini hem yeniden tenkide tabi tutmak hem de yeniden yorumlamak ve aktüelleştirmek de kıyamete kadar sürecek bir çaba olmalıdır.
İlk Yorumu Siz Yapın