Sadece ateistlerin değil, pozitivist sosyal bilimcilerin ve din tarihçilerinin ortaya attığı bir iddiadır: Aslında Tanrı diye bir şey yoktur. Tanrı insan zihninin ürünüdür veya toplumun yarattığı bir figürdür.
Gerçekten böyle midir? Tanrı kavramı gerçeklikle alakası olmayan ve insan zihninin ürettiği bir şey midir? Yoksa Tanrı gerçekliğin tâ kendisi midir? Burada bunu kısaca ele almayı düşünüyorum. Tanrı kavramının gerçekliğin tâ kendisi olduğunu savunacağım. Buna giderken değer kavramından yola çıkacağım. Değer veya değerler kavramının aslında Tanrı kavramının varlığının göstergesi olduğunu iddia edeceğim.
Önce mantıksal çıkarımımı ortaya koymam gerekir. Belirtmem gerekir ki, burada iki mantıksal çıkarım ortaya koyacağım. Biri ahlaki değerlerle, diğeri de Tanrı ile ilgili olacaktır. Önce ahlakla ilgili olanı:
Değerler olgudan öncedir.
Adalet/merhamet bir değerdir.
Adalet/merhamet olgudan öncedir.
Tanrı ile ilgili olan da şöyledir:
Değerler olgudan öncedir.
Tanrı bir değerdir.
O halde Tanrı olgudan öncedir.
Bu önermeleri ve sonuçlarını şöyle açıklayabiliriz:
Değerler olgudan öncedir, dedik. Burada önceliği, bağımsız olarak düşünmek de mümkündür. Dolayısıyla değer, olgudan hem önce hem de bağımsızdır. Olgu ise maddi dünyadır, bizzat insanın da bulunduğu fenomenler alemidir. Burada asıl soru değer nedir? Önce değer nedir sorusuna cevap vermeye çalışalım.
Değer kavramı bugün iki şekilde tanımlanmaktadır. Biri kişiye özel yani bağımlı; diğeri de kişiden bağımsız şekilde bir tanım söz konusudur. Buna göre değer kavramı, öncelikle genel anlamda kişinin nesne ile ilişkisinden doğan nitelik olarak anlaşılır. Bu anlamda değer, öznel bir görüş açısından değerlendirilir. Dolayısıyla değer kişiden kişiye değişebilmekte, farklı türde değer düzeyleri ortaya konulabilmektedir. Değerin bir başka ya da ikinci bir anlamı ise, kişinin kendi kişiselliğinin dışında, yani insanın deneyimlerinin dışında kendi başına var olan kendinde bir nitelik olarak anlaşılır. Modern zamanlarda daha ziyade birinci anlam benimsenir olmuştur. Bu değer anlayışı kabul edildiğinde zaten Tanrı olsun, diğer değerler olsun, insana, insan zihnine, insan üretimine ve icadına bağlanmış olur. Belki de bu değer tanımı ister istemez modern insanın bakış açısını da değiştirmiş ve esir almıştır. Bu değer anlayışı değerin alanını ciddi olarak daraltmış, onu insan öznesine bağlamıştır. Ama dediğiniz gibi değer sadece bu şekilde tanımlanamaz. Elbette kişiye bağlı, kişinin icadı olan değerler olduğu gibi kişiden bağımsız değerler de vardır. Bunu asli ve tali değerler diyerek ayırabiliriz. Sonda buna değineceğim. Yukarıdaki ikinci anlamı ile veya asli diyebileceğimiz değer, insan deneyimin dışında kendi başına var olan bir nitelik olmaktadır.
Peki insandan bağımsız kendi başına var olan bu nitelik nasıl bulunmaktadır?
Önce birinci önermede söz konusu olan ahlaki değerleri anlamaya çalışalım. Adalet, merhamet, sevgi gibi… Örneğin adalet veya merhamet insan zihninin bir ürünü, bir icadı mıdır? Bu anlamıyla insana bağlı, insanın ürettiği bir şey midir? Yoksa insandan bağımsız bir gerçeklik midir?
Şöyle düşünelim: İki kişi arasında adaleti ilgilendiren bir olay olsun. Dikkat edilirse her iki kişi için de adalet oraya hemen iniverir, orada hazır oluverir. Bir adalet beklentisi oluşur. Bu adalet duygusunu oraya biz mi getirdik? Biz olmasaydık adalet diye bir şey olmayacak mıydı? Adaleti bizim oraya getirmediğimiz açıktır. Biz olmasaydık da adalet olacaktı. Nitekim biz ölüp gittiğimizde adalet varlıkta kalıcı olmaktadır. Değer-varlık ilişkisi anlam-lafız ilişkisine benzemektedir. Lafızdan önce ve bağımsız olarak anlamlar vardır. Anlamlar, lafızları bir vasıta olarak kullanarak alemde görünür olmaktadır. Kısaca lafızlar anlamların bir vasıtasıdır, bir taşıtıcısıdır. Ama anlamların varlığı lafızlara bağlı değildir. Değerler de varlıktan bağımsız olarak vardır. Varlık/fenomenler dünyası değerlerin açığa çıktığı bir vasıtadan ibarettir.
O zaman demek ki, adalet bizden bağımsız bir değer olarak bulunmaktadır. Burada şöyle ince bir nokta daha vardır: Adaleti biz icat etmiş olsaydık, adaleti istediğimiz gibi tahrif etme, istismar etme, değiştirme, bozma, kendimize yontma eylemine girişmemiz gayet mümkündür. Ancak adalet bize bağlı olarak değil bizden bağımsız olarak varlıkta bulunmaktadır. Onun için mahkemede adalet konusunda bozma, tahrif, kendine yontma söz konusu olsa bile adalet duygusunda aynı şeyi yapmak mümkün değildir. Adalet duygusu bizden bağımsız olarak her zaman vardır. Bütün bunları diğer değerler için de düşünebiliriz. Merhamet bizden bağımsız vardır. Olay vuku bulduğunda merhamet oraya iniverir ve biz de o duyguyla eylemde bulunuruz. O zaman çok rahat şöyle diyebiliriz: Değerler olgudan öncedir.
Peki Tanrı’ya gelirsek Tanrı bir değer midir? Tabii Tanrı’nın bir değer olup olmadığından önce aslında Tanrı’nın var olup olmadığı esas konu olmalıdır. O zaman bir postulat olarak Tanrı’nın varlığını kabul ediyoruz. Bu kabulde aslında az önce izah etmeye çalıştığımız ahlaki değerlerin büyük bir rolü vardır. Şöyle ki: Eğer adalet veya merhamet kişiden bağımsız bir nitelik olarak varlıkta bulunuyorsa o zaman bunların kaynağı nedir, bunlar nereden gelmektedir, şeklinde bir soru mukadder olacaktır. Bütün bir maddi aleme baktığımızda onların atomlardan oluştuğunu görürüz. Akıllı bir insanın, adalet veya merhametin, kendisinde adalet veya merhamet bulunmayan atomların birleşmesi ile veya sonucu ile oluştuğunu söylemesi mümkün değildir. O zaman adalet veya merhamet nereden kaynaklanmaktadır? Öyle bir varlık olmalı ki, adalet veya merhametin kaynağı olsun! Bu kaynak, insan veya madde yahut olgular dünyası olmadığına göre bu kaynak kutsal kitapların bize haber verdiği Tanrı olmalıdır. Tanrı’nın özelliği nedir diye sorduğumuzda insan bunu Tanrı mutlak iyiliktir, mutlak mükemmelliktir, mutlak ilimdir, mutlak iradedir, mutlak kudrettir, diye cevaplar. İnsan bunu peygamberlerden öğrendiği bilgilerle harmanlayarak bu neticeye ulaşır. Tanrı mutlak iyilik, mutlak adalet ve mutlak irade olduğuna göre Tanrı mutlak bir değerdir. O zaman buradan şu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz: Tanrı bir değerdir. Aslında hem değerlerin kaynağı hem de bizzat değerdir.
Bu durumda önermemizi hatırlayalım:
Değerler olgudan öncedir, demiştik. Tanrı’nın bir değer olduğunu gördük. O zaman sonuç olarak şunu rahatlıkla diyebiliriz: Tanrı olgudan öncedir. Evet, Tanrı olgudan yani maddi alemden, insandan, insan zihninden bağımsız olarak var olmaktadır. Şayet Tanrı, insan zihninin bir üretimi olsaydı, aynen yukarıda ahlaki kavramlar için dediğimiz şey burada da geçerli olurdu. İnsan Tanrı kavramını, kendi üretir, tahrif eder, bozar, istismar eder, kendine yontardı. Nitekim böyle tanrı anlayışları yok mudur? Vardır. Gerçek Tanrı algısından kopulduğunda insan kendi tanrısını kendi üretebilmekte, tanrısına istediği anlamı yükleyebilmektedir. Ancak buna rağmen insan bu tanrı algılarını eleştirebilmekte, gerçeği yansıtmadığını, gerçek Tanrı’nın böyle olamayacağını söyleyebilmektedir. İşte insan bu gerçek Tanrı algısına ulaşabilmektedir:
- Fıtratıyla, iç sesiyle
- Peygamberlerin haber vermesiyle
- İnsandan bağımsız bir gerçek olmasıyla
Bu üç sebep birbiriyle uyumludur. Eğer bu algı sadece insanın kendine bağlı olsaydı gerçek bir tanrı algısına yani mutlak iyilik olan, mutlak adil olan, mutlak kudret, mutlak irade sahibi olan mutlak yaratıcı olan, kısaca kusursuz ve mükemmel olan bir tanrı algısına ulaşması mümkün olmazdı.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Tanrı, insan zihninin icadı ve üretimi olamaz. Çünkü Tanrı bir değerdir. Değerler olgulardan öncedir ve insan deneyimlerinden bağımsız kendinde varlık olarak bulunmaktadırlar. Tanrı da bir değer olduğuna göre o da olgulardan öncedir ve insan deneyimlerinden bağımsız kendinde bir varlık olarak bulunmaktadır.
Aslında bu tartışmanın daha genişletilmiş ve can alıcı bir noktası var: Değerleri biz mi yaratacağız yoksa yaratılmış değerleri arayıp bulacak mıyız yahut bunların farkında mı olacağız? Değerleri biz mi üreteceğiz yoksa değerleri biz mi keşfe çıkacağız? Bu iki soru iki temel zihniyeti iki temel paradigmayı ve bakış açısını ortaya koyar. Seküler, materyalist, dinsiz ve bir şekilde Tanrı’dan bağını koparmış ideolojiler, değerleri ve ahlakı kendimizin oluşturacağını kendimizin icat edeceğini iddia etmektedir. Buna göre doğarken yahut varlığa gelirken yaratılmış, bizi ilgilendiren, onu dikkate alacağımız, keşfedeceğimiz herhangi bir değer yoktur. Değer, bir insan aklının icat ettiğidir. İşte bu gerçekliğe aykırı bir değer algısıdır. Ve aslında değer dediğimiz asli şeyin ne olduğunu kavrayamamaktır. Asli değer ile tali değerlerin arasını karıştırmaktır. Hemen belirteyim ki, yukarıda bahis konusu ettiğimiz değerler temel/asli değerlerdir. Bu değerler insan zihninden bağımsızdır. Yoksa bir de tali değerler vardır ki, bunlar pek tabii insan zihninin üretimi olabilir. Bunlar kişiye özel ve tartışmaya açık da bulunabilir. Bunların karıştırılmaması gerekir. Daha önce bunları ifade ettik, ama son olarak denilebilir ki;
- Temel değerler: Adalet, merhamet, haya, sevgi gibi… Bunlar değişmez.
- Tali değerler: İnsanın icat ettiği, tartıştığı değerlerdir. Örneğin temel ahlakî değerler insan icadı olmazken meslek ahlakı, tıp ahlakı, çevre ahlakı gibi tali değerler insan üretimi olabilir. Yine doğru olmak/yalan söylememek temel değerdir. Ama bazı yerlerde yalanın söylenip söylenmeyeceği tartışılabilir. Bunlar duruma göre değişebilir.
Temel ve tali değer ayırımı dil yeteneği ve diller ayrımına benzetilebilir. Diller/harfler insan icadı olabilir. Ama dil yeteneği insan icadı olamaz. O yaratılışta hazır vardır. İşte bunun gibi temel değerleri insanın icat etmesi mümkün değildir. İyilik yapmak temel değerdir, ama iyiliğin şekilleri tali bir değerdir, onları insanın üretmesi mümkündür.
çok iyi!