Günümüzün mealcilerini biliyoruz. Bunun yanında bir de Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek isteyenler var. Bunlar kendilerini mealcilerden ayrıştırmaktadır. Bu yazıda mealciler ile Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek isteyenler arasında sonuçta bir farkın olmadığını göstermeye çalışacağım. Diğer bir deyişle Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmek isteyenlerin kafasının karışık, mealcilerin ise daha net olduklarını ortaya koymaya çalışacağım. Şunu ifade etmeliyim ki, Kur’an’ın Kur’an ile tefsiri bilinen bir metoddur. Tabii bugün daha da geliştirilmiş, o ayrı bir onu. Elbette olması gereken de budur. Ancak bizim burada ele alacağımız konu, ilmî bir metod olan Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek değil, bir akıma, bir ideolojiye dönüşen Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etme yaklaşımıdır. Zaten bu yaklaşım zımnen ne yapmak istediğini de ima etmektedir: Hadis ve sünnet olmadan Kur’an’ı anlamak. İşte burada tenkide tabi tutacağımız şey Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmenin bu yönüdür. Bunu nasıl yapacağız? Bir örnek üzerinden yola çıkarak. Yazarın isminin önemi yok. Biz bu örnekte serdedilen görüşleri tırnak içinde verecek, “not” diyerek değerlendirmesini yapacağız. Herhalde hatırlatmaya gerek yok, ama var: Bütün bu değerlendirmeler vahiy değil, bana ait görüşlerdir.
İddialar şöyle. Madde madde:
- “Mealcilerin yaptığıyla Kur’an’ı Kur’an’la tefsir faaliyeti karıştırılmamalıdır. Bununla birlikte sanki diğer anlama usullerinde herşey tek veya problem yokmuş gibi addedilerek bu anlama tarzında var olan aynı ayetten farklı hüküm çıkarma, farklı ayetlerden delil getirme gibi bazı problemlere binaen bu metodun yanlışlığını veya geçersizliğini konuşmanın hakikati ıskaladığını düşünüyoruz.”
Not: Burada mealcilik ile Kur’an’ı Kur’an ile tefsir metodu karıştırılmamalı denilmekte ama niye karıştırmamız gerektiğine dair bir açıklama yapılmamaktadır. Bu nokta önemli, ama açıklama olmadığı için es geçmek zorundayım. Bu ve aşağıda aktaracağım diğer ifadelerden ortaya çıkan şu ki, mealcilerle bu metod arasındaki tek fark, mealcilerin mealden; Kur’an’ı Kur’an ile tefsir edenlerin Kur’an’ın Arapçasından yola çıkmalarıdır. Sonuçları aynıdır. Diğer taraftan Kur’an’ı Kur’an ile tefsir yönteminin “diğer usul” denilerek herhalde usul-i fıkh ile mukayese edilmesi de isabetli değildir. Hanefilerin bir usulu vardır. Şafii ve diğerlerinin de bir usulu vardır. Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek nasıl bir usuldur? Bunun önce ortaya konulması gerekir. Bugün modern anlamda ortaya çıkan “konulu tefsir metodu” diye bir şey vardır. Kastedilen bu mudur? Bu metodun şüphesiz faydaları vardır. Ancak bu metodun hadis ve sünneti dışlayan bir tarafının olduğunu zannetmiyorum. Bu değilse, bu metot ne menem bir şeydir? Bununla birlikte Türkiye’de Kur’an’ı Kur’an’la tefsir ediyorum diyenlerin özellikle hadislere çekinceli yaklaşımları bu metodun hadisleri reddetmek için kullanıldığı algısını ortaya çıkarmaktadır. Oysa ne klasik anlamda ne de modern anlamda söz konusu olabicek bu metod uygulanırken hadislere karşı çekinceli bir tavır sergilenmemiştir. Fakat her nedense bu metodu Türkiye’de kullananlar özellikle hadislerle karşı karşıya gelmek ister gibidirler. O halde metodun kendisi değil, hangi maksadla kullanıldığı önem arzetmektedir.
Şunu da vurgulamak gerekir ki, Kur’an’ı Kur’an ile anlama başlı başına bir metod değil, küllî metodun bir parçasıdır. Bu metod yanlış da, geçersiz de değildir. Yanlış olan sadece bu metoda dayanmak, diğer delilleri göz ardı etmektir. Gerçek bir metod aklî ve naklî tüm deliller arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir metoddur. Gerçek bir metod, dilsel bir paradigması olan; gerçek bir metod lafzın delaletleri hususunda bir bakışı olan; gerçek bir metod metin ile hayatın irtibatını kuran bir metoddur. Bunları gözardı eden bir metod ise gerçekte Kur’an’ı anlamak değil, fikirleri Kur’an’a yüklemek manası taşır. Diğer taraftan bu parçacı metodla küllî olan metodların mukayesesi de yanlıştır. Sanki bu küllî metod sahipleri Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmenin farkında değiller de bunlar bunu keşfetmiş! Oysa böyle değil! Bu metod, bilinen bir metoddur. Ancak tek ve sadece diyebileceğimiz kendi başına bir metod değil, küllî bir metodun önemli bir parçasıdır. Bu parça/cüzi metodla hareket edip başka herşeyi gözardı etmek başlı başına bir yanlıştır. O zaman küllî metodlardaki veya bu metodların uygulamadaki cüz’î yanlışlarına bakıp “onlar da yanlış yapıyor, bizde de biraz olsa ne çıkar!” demenin bir anlamı yoktur. Parçacı metod kendisi değil, “sadece” kabul edildiği için yanlıştır; böyle olunca ondan sağlıklı neticeler beklemek beyhudedir. Bu demek değildir ki, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmede hiçbir zaman doğru sonuçlara varılamaz! Hayır! Elbette bu metodla doğru sonuçlara varılabilir. Nihayetinde Kur’an kendini de açıklar. Ancak bu durum, Kur’an’ın kendini sünnete havale etmediği durumlarda geçerlidir. Zaten vizim itirazımız da bu noktayla ilgilidir. Onun “sadece” bu metoda göre hareket etmenin yanlış olduğuu söylüyoruz. Tabii ki, küllî metodlar içinde de yanlışlar olabilir. Nihayet bunların hepsi beşer ürünüdür. Dolayısıyla bunlarda problem olması kaçınılmazdır. Ancak bu problemlerin abartılması gerekmez. Nihayet devasa delillerle boğuşmakta, bu da beraberinde bir zorluğu getirmektedir. Buna rağmen yüzde doksan işin içinden de çıkmışlardır. Zira geleneksel metodlar ilk düğmeyi doğru iliklemiştir. Ömenli olan da budur. Oysa bu parçacı metod, ilk düğmeyi yanlış iliklemesi bir yana görünürde daha sade olmasına ve üstesinden geleceği başka deliller olmamasına rağmen tutarsızlıklar ile maluldur. Tutarsızlık bir tarafa lafızların anlamlarıyla oynama veya kaydırma riskiyle de karşı karşıyayıdır. Kur’an’da geçen “şefaat”, “ahd” ve konuşma” gibi kavramların hepsine “şahitlik” denmesi bunun tipik bir örneğidir.
2) “Bu meyanda Hz. Ali’nin haricilere karşı Kur’an’ın zu-vecih olduğunu söylemesine dayanarak Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilemeyeceğini söylemek doğru değildir.”
Not: Hz. Ali’nin sözünde maksad bellidir. Kur’an zu-vecihtir. Sünnet, onu açıklamış, netleştirmiştir. Öyle değil midir? Hariciler, Kur’an’a dayanarak Hz. Ali gibi birini tekfir etmemiş midir? Haricilerin bu yorumu, nasıl bir Kur’an yorumuysa Hz. Ali dahil pek çok sahabiyi küfre nispet etmemişler midir?”Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirlerin tâ kendileridir” ayetini slogan haline getirip İslam dünyasında terör estirmediler mi? Yaşanan olayları idrakten aciz kalarak ve o günün siyasî tartışmalarının etkisinde kalarak büyük günah meselesinde herkesi cehenneme göndermediler mi? Bunların hepsini de Kur’an ile yapmadılar mı? O halde Hz. Ali’nin uyarısı oldukça isabatli değil midir? O kadar isabetli ki, gerçekten bugün dahi geçerlidir. Bugün de sadece Kur’an’a bakanlar ayetleri eğip bükmüyorlar mı? İstedikleri gibi mana vermiyorlar mı? İcma idi, kat’î lafız idi gibi herhangi bir endişe taşımadan lafızlara istedikleri anlamı giydirmiyorlar mı?
İfadeye dikkat edelim: “Buna dayanarak Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilemeyeceğini söylemek…” Biz, o söze dayanarak Kur’an’ın sünnetsiz tefsir edilemeyeceğini söylüyoruz. Hiçkimse Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilemeyeceğini söylemez. Söylenen şey, Kur’an’ın muhtemel/zannî manalarını kat’î kabul edip sünnetin onu açıklayan beyanlarını göz ardı etmektir.
3) “Bununla ‘mübîn’ olan kitabın sanki anlaşılmaz olduğu ima edilmektedir.”
Not: Bu ifadeler maksadı ele vermektedir. Başlarken mealcilerle bu metodu savunanlar arasına kalın çizgiler çekilmişti. Ama sonuçta aynı kapıya çıkmaktalar. Zira ‘Kur’an’ın mübîn’ oluşuna en çok vurgu yapıp onu anlamada başka şeye ihtiyaç duymayanlar mealcilerdir. Neden? Kur’an onlar için “mübîn” olmalıdır, çünkü Kur’an’ı anlamak için onlara meal yeterli olacaktır. Böylece geleneğin, hadis, sünnet, sahabe, tefsir, mezhep, metod gibi bir sürü yükünden kurtulmuş olacaklardır!! Ama ne gariptir ki, “mübîn” olan Kur’an’ın 200’e yakın meali vardır. Ve neredeyse hiçbiri de birbirini tutmamaktadır! Nerede mübînlik? Rabb’imden Kur’an’ı böyle bir tartışmaya konu ettiğim için af diliyorum. Zira bizim bu tür tartışmalarımızdan üzülerek ifade edeyim ki, hakikat değil, “deizm” ortaya çıkyor. Biz kendi köşelerimizde kahvelerimizi yudumlayıp bu tartışmaların keyfini çıkarırken (!) gençler bu tartışmaalara bir anlam veremeyip yahut anlayamayıp sıkılmakta, bıkmakta ve sonuçta amelî deizme kaymaktadır. Rabb’im bizleri affeyle!
Evet, Kur’an bugün itibariyle bakarsak tek başına ele alındığında tevhid, ahiret, bir takım kıssalar ve ahlakî ilkeler dışında kapalı bir kitaptır. Aslında bunlar bile ümmetin tevatüren gelen uygulamalarıyla netliğe kavuşmaktadır. Böyle bir akidevî ve amelî tevatür olmasa bugünün neslinin tevhidi, ahireti, nübüvveti, ahlakî ilkeleri nasıl anlayacağı dahi oldukça şüpheli bir durumdur. Sadece Kur’an’la karşıya karşıya kalan ve başka da bir delil görmeye tahammülü olmayan bir neslin tevhidi, nübüvveti, ahireti sahih bir şekilde anlayabileceği nasıl beklenebilir?! Yıllardır mürekkep yalayan bazı kalemler reenkarnasyonu kabul etmiyor mu? Bir kumar olan milli piyango için caiz demiyor mu? Kadere imanı olmadık şekillerde te’vil etmiyor mu? Zinaya dahi “parayla yapılan fuhuştur” demiyorlar mı? İş böyle ise Kur’an’daki bir lafzın manasının öyle değil de başka türlü olduğunun garantisi ne olacaktır?
Kur’an’ın “mubîn” oluşu evvel emirde ilk muhataplar içindir. İlk muhataplar Kur’an’ın ne kastettiğini anlıyordu. İman eden neye iman ettiğini, inkar eden neyi inkar ettiğini gayet iyi biliyordu. İlk muhatapların ne tefsirlere, ne müşkilu’l-Kur’an’lara, ne de Garibu’l-Kur’an’lara ihtiyacı vardı. Ama sonraki, hatta daha sonraki hele modern nesiller için durum böyle midir? Kur’an şu an itibariyle açıktır, demek, Kur’an’a bakarım ve rahatlıkla akaid ve ahkam konularını tespit ederim demek kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Ancak elbette ki, dinin hem haram helalleri hem de temel iman ilkeleri Kur’an’ın korunduğu gibi korunmuştur. Allah’ın izniyle Kur’an’ı koruyan sahabe dini de yaşayarak, öğreterek, aktararak muhafaza etmiştir. Sahabe dinî peygamberden öğrendiği gibi yaşamış ve aktarmıştır. Onun için Kur’an’ın “mübîn” oluşu, lafızların “mübîn” oluşu anlamına gelmez. Zira lafızlar dilin konusudur ve dil çok anlamlı bir yapıyı içinde barındırır. Salat, zekat, savm kelimesinin anlamını tayin etmekte bile oldukça zorlanırız. Dil bu, çok anlamlılığı ihtiva eder. Anlamı tayin edebilmek için de ciddi bir metodolojiye ihtiyaç vardır. Ciddi bir metodoloji dediğiniz anda Kur’an bizler için “mübîn” değil demektir. Ama bizler için… Sahabenin ise metodolojiye ihtiyacı yoktu. Vahye şahit idiler. Dil onların dili idi. Bağlamı da bizzat yaşıyorlardı. Bu yüzden dil düzeyinde (Hz. Ömer ve bazı büyük sahabi,ler gibi “fıkhetme” düzeyinde değil) hiçbirinin anlama sorunu yoktu. Bu sebeple onlar için Kur’an “mübîn”dir. Aslını ararsanız parçacı bir metod olsa dahi Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri dahi böyle bir şeydir. O halde bir metoddan bahsediyorsanız Kur’an’ın her ayeti “mübîn” değil demektir. Burada şu, ileri sürülebilir: “Kur’an açıktır, kendini tefsir eder, biz de ayetleri birbiriyle irtibatlandırıp anlamı tayin ederiz.” Hayır, anlama olayı bu kadar masum değildir. Kur’an dışı hiçbir şeyi dikkate almıyorsanız ayetler arası irtibatı kendi aklınızca yahut dil kapasiteniz ne kadarsa o kadar kuruyorsunuz demektir. Yine de ihtilaftan kurtulamıyorsunuz. Neden? Çünkü biz modern nesiller için mana o kadar “mübîn” değil de onun için. Evet, Kur’an bu kadar açık ise neden anlam bir türlü tayin edilemiyor ve ihtilaf ediliyor? Bu, en önemli meselelerde böyle. Bu metodu savunanlar bile kendi aralarında namazın nasıl kılıcağına bir türlü karar veremiyorlar! Daha namazın nasıl kılınacağını Kur’an’a göre bir sonuca bağlayamayanlar diğer onca meseleyi nasıl halledecek?! Sonuç: Din, bir görme, öğrenme ve aktarım işidir. Din, görülüp aktarılarak öğrenilir. Kur’an, Peygamberi inşa etti. Peygamber Kur’an’dan aldığı ilhamla sahabeyi ortaya çıkardı. Sahabe, dini Kur’an’ın lafızlarından değil, peygamberi görerek öğrendi. Kur’an’ın nasıl anlaşılacağını da Peygamber onlara öğretti. Peygamber aralarından ayrıldığında da Kur’an’ın nasıl anlaşılacağını öğrenen sahabe gayet özgüvenle yeni meselelerini vuzuha kavuşturdu. İlim de bir gelenek işidir. İlmin namusu vardır. İlmin bir metodu olur. Bir gelenek ve metoda bağlı kalındığı müddetçe ilmin namusu da korunmuş olur. Sadece İslamî ilimler değil, her türlü ilim böyledir. Bir geleneği, bir alimler topluluğu, bir metodu, bir kat’î temeli olmayan hiçbir ilim yoktur.
4) “Ayrıca sünnette bütün meselelerin net olduğu izlenimi verilmektedir. Oysa sünnetteki ihtilaflar ayettekinden çoktur.”
Not: Böyle bir izlenim vermeye gerek yok! Böyle bir maksad da yok! Ama şu var: Kur’an zu-vecihtir. Eğer peygamberden beri gelen haber ve uygulamalar dikkate alınmazsa Kur’an -haşa- herkesin şamar oğlanına döner. Bunu bilmeyecek kadar gafil miyiz? Bizler hadiste hiç problemin olmadığını mı söylüyoruz? Böyle bir şey olabilir mi? Hangi ilim vardır ki, bütün söyledikleri kesin olsun, tartışmaya kapalı olsun?! Mümkün mü? Değil. O halde mesele başka taraflara kaydırılmamalı. Kur’an zu-vecih olduğu için başka anlamlara çekilmesi gayet tabiidir. Hele onu çekecek olan modern bir müslüman ise Kur’an’dan İslam’dan başka yeni bir din inşa etmesi de mümküdür! Bu kadarını söylemekle yetineyim. Son ifade de dikkat çekici: İhtilaf açısından Kur’an ile sünnet karşılaştırılmış. Bu bana çocukluğumuzdaki “benim babam senin babanı döver’ repliğini hatırlattı, ne diyeyim! Kur’an ile sünnet, acaba hangisinde ihtilaf daha çoktur, diye mukayase edilebilir mi? Sünneti esas alıp, Kur’an’la ilgili ihtilaflar çoktur, diyen bir Allah’ın kulu mu var, ki, onlara cevap yetiştiriliyor izlenimi verilmektedir!! Böyle bir mukayese müslümana yakışmaz diye düşünüyorum. Elbette sünnetteki ihtilaflar daha çoktur. Fakat sünnetteki ihtilafların çokluğuna bakarak sünnet terkedilebilir mi? Böyle bir mantık olabilir mi? Birileri de çıkıp az da olsa Kur’an’da da ihtilaflar var deyip onu terketseler ne olacak? Bunların sonuçları hiç düşünüldü mü? Hatta modern nesil sadece Kur’an dediği için ihtilafları büyütmedi mi? Belki geleneksel dönemde Kur’an’la ilgili ihtilaflar azdı. Modern nesil, bu ihtilafları ikiye katlamadı mı? Modern nesil, Kur’an’ın subutunu dahi tartışmaya açmadı mı? Modern nesil, vahyi Hz. Peygamber’in formule ettiğini söylemedi mi? Ne olacak şimdi? Kur’an’dan geriye ne kaldı? Ancak bunları kabul etmek mümkün değil. Onun için hangisinde ihtilaf daha çoktur diye meseleye bakmak çocukluktan başka bir şey değildir. İlim adamına yakışan şey, ihtilafların varlığını tespit etmek değil, ihtilafların üstesinden gelmektir. Bu arada biz ihtilafların vaki olduğu 100 binlere varan hadislerden bahsediyoruz. Yani 100 bin hadisten ve bunların çeşitli tariklerinden bahsediyoruz. Tabii ki, burada ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Ama elhamdulullih bu ümmetin evlatları bu ihtilafların üstesinden azami ölçüde gelmiştir. Ha, hepsinin üstesinden gelememiştirler. Doğru. Çünkü yetersiz olan modern nesillere de çalışmaları için bir şeyler bırakmışlardır!
5) “Ayetlerle ilgili ihtilaf sebeplerinden biri farklı rivayetlerdir. Yine Hz. Ebu Bekir’den nakledilen bir rivayette hadisler ihtilafın kaynağı olarak ifade edilir.”
Not: Acı gerçek olan şu ki, bu ümetin modern evlatları artık hadisi bir bütün olarak ihtilafın kaynağı görebilmektedir. Mezkur sözü aşağıda ele alacağım, ama şu kadarını söylemeliyim ki, bu söylem tam da oryantalist bir söylemdir. Hadisi, ihtilafların kaynağı görmek hadisten rahatsız olmaktır. Hadisten ise sadece oryantalistler rahatsız olur. Mutezile dahi rahatsız olmaz. Mutezile dahi böyle bir uslup kullanmamıştır. Bu saatten sonra “biz hadise de bakıyoruz” demenin fazla bir anlamı yoktur. Bu söylemden sonra hadise bakmanın işe gelen hadisleri kullanmaktan başka anlamı da yoktur. Muhtemelen oryatalistler içinde dahi bazı sağduyu sahipleri hadisin, hadis ilminin değerini, ne kadar sağlam ölçülerle tespit edildiklerini ifade etmişlerdir.
Olabilir, evet rivayetlerin bir kısmı ihtilaf sebebi olabilir. Ancak bu tabii değil midir? Örneğin, tarihî olayları, devletleri düşünelim. Yakın tarihimizi, cumhuriyeti düşünelim. Bu konularda bize aktarılan haberler çelişkili değil midir? Çelişkilidir. Ancak hangi vatandaş veya kendini o tarihe ait hisseden hangi insan bu çelişkilere bakıp “böyle bir devleti tanımıyorum, böyle devletin vatandaşı olmaktan utanıyorum, cumhuriyeti kabul etmiyorum, tarih de ne ki! çelişkilerle dolu” demiştir? Üstelik kendilerine ait bu çelişkili haberlere dair bir usulleri de yoktur. Daha muhtemelen 17. asırdan sonra bir tarih usulu ortaya koyabilmişlerdir. O zaman mesele haberlerde ihtilafların veya çelişkilerin varlığı değil, mesele bunun içinden çıkılmaz bir hal alıp almadığıdır. Tarihimize baktığımızda ulemanın bunun içinden çıktığı görülür. Muazzam bir gayretle Kur’an ve hadisler birlikte değerlendirilmeye çalışılmıştır. Şayet bu ihtilaf büyütülecek, abartılacak bir cinsten olsaydı, İslam medeniyetinden bahsedebilir miydik? Ulema temel meselelerini halledemediyse bu medeniyet nasıl oldu da zirvesine ulaştı? Rivayetleri “bunlar başımızı ağırtıyor” diyerek terkedip de mi medeniyet kurdular? Oryantalistlerin bile imrendiği, düşman çatlatan hadis usulu geleneği çok da önemli ve başarılı değil miymiş?! Yoksa asıl mesele rivayetlerin farklılığı değil de, modern neslin, kafasının karışık olması mıdır? Meseleleri kavrayacak bir zihin yapısı ve yol haritasına sahip olmaması mıdır?
Yukarıdaki iddiada asıl önemli olan Hz. Ebu Bekir’in hadisleri ihtilafın kaynağı görmesidir. Böyle önemli bir konuda neden bir rivayete sarılma gereğinin hissedildiğini sormayacağım. Artık bunu kanıksadık! Bundan daha ciddiyet arzedeni bu rivayetin mahiyetidir, kaynağıdır, sağlamlığıdır. Anlaşılmaktadır ki, bu iddia oryantalistlere ve Şiilere aittir. Yukarıda muhtasar verilen rivayetin aslı herhalde şu olmalıdır: Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Bekir, insanları toplayıp onlara şöyle dedi: “Siz, Resûlüllah’tan hadis rivayet edip ihtilaf ediyorsunuz. Hâlbuki sizden sonraki insanlar daha çok ihtilaf edecekler. O halde Resûlüllah’tan hiçbir şey rivayet etmeyin. Kim sizden bir şey sorarsa aramızda Allah’ın Kitabı var o bize yeter, onun helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul edin” deyiniz. (Bk. Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 5) Bu rivayet ilk defa Zehebî’nin Tezkiretu’l-Huffâz adlı eserinde geçmektedir. Bu haberin sahih olup olmadığına baktığımızda onun hiç bir senedinin olmadığını görüyoruz. Haberin başında Zehebî’inin “Bu, İbn Ebî Müleyke’nin mürsellerindendir” kaydından başka bir bilgi de yoktur. Ayrıca Zehebî, bunu hangi kaynaktan aldığını da belirtmemiştir. Hz. Ebû Bekir’e ait bir eylem ve sözü anlatan bu haberin varlığı ve kimler veya hangi kaynaklar vasıtasıyla 8. asra kadar nasıl geldiği hiç bilinmiyor. Hadis tekniği açısından böyle bir habere sahih veya makbul demek mümkün değildir. Hz. Ebû Bekir’e aidiyeti belli olmayan böylesi bir habere dayanılarak sağlıklı bir yargıya varmak oldukça zordur. Şimdi soru şudur: Böyle bir habere dayanarak nasıl yargıda bulunabiliyoruz? Hz. Ebu Bekir ve diğer sahabilerin hadis ve sünnete bakışı mütevatir bir biçimde oratada iken bu haber basıl baş tacı edilebilir? İlim bu mudur? İlim, şaz rivayetlere can simidi gibi sarılmak mıdır?
6) “Rivayette zikredilen ‘Kur’an’ın helallerini helal; haramlarını da haram biliriz’ ifadesinin Kur’an’ın Kur’an’la tefsirine kaynaklık ettiğini düşünmekteyiz. Biz Hz. Ali’nin değil, Hz. Ebu Bekir’in rivayetini tercih etmekteyiz.”
Not: Rivayet, sahih değil dedik. Ancak böyle önemli bir meselede o tercih edilmiştir. O zaman neye göre tercih edildi? Tercihte ilmî olan usul, sağlam rivayetlerin tercih edilmesidir. Peki bu, nasıl bir usuldur? Kafaya göre işleyen bir usul mu? Dikkat çekici bir nokta daha: “Kur’an’ın haramını haram kılmak, helalini helal kılmak” sözü, demek ki, Kur’an’ın Kur’an’la tefsirine kaynaklık ediyormuş! Böyle bir irtibatı ilk duyduğumu itiraf etmeliyim. Biz, Kur’an’ın Kur’an’la tefsirini başka türlü biliyorduk. Buradan anlaşıldı ki, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri sünnetle sabit olan helal ve haramı reddetmekmiş! Tabii sadece bunlar değil: Bir takım akidevî meseleler de öyle: Şefaat, Mucize, gayb, kıyamet alametleri, sırat vs. bunun tipik örnekleridir. Peki o zaman başta zikredilen mealcilerle Kur’an’ı Kur’an’la tefsir edenlerin farkı nerde kaldı?! Gerçekten nerede bu fark Allah aşkına? Yukarıda da dediğim gibi tek fark, mealcilerin mealden; Kur’an’ı Kur’an ile tefsir edenlerin Arapçasından yola çıkmaları değil midir?
7) “İbn Mes’ud’dan nakledilen şu rivayet de konumuz açısından önemlidir: Abdullah b. Mes’ud’a Esedoğullarından Ümmü Yakub adlı bir kadın gelir ve aralarında şu konuşma geçer: “Senin dövme yaptırmaktan, saç/peruk taktırmaktan, kaş kirpik aldırmaktan kadınları men ettiğini duydum. Senin bu konuda, Allah’ın kitabından bir dayanağın var mı?” İbn Mes’ud şöyle cevap verir: “Evet, bu konuda hem Kur’ân’a hem de Sünnet’e dayanıyorum.” Kadın “Vallahi ben, mushafın her yerini okuyup inceledim, ama onda senin dediğin yasağı görmedim!” der. İbn Mes’ud “Peki, sen şu âyeti görmedin mi? “Peygamber size ne getirdiyse onu alın, o sizi neden sakındırdıysa ondan sakının?” diye sorar. Kadın “Evet, onu gördüm.” diye cevap verir. İbn Mes’ud “Ben, Hz. Peygamber’in bu sayılanları yasakladığını bizzat kendisinden işittim.” Kadın “İyi ama, senin ailenden de bunları yapanlar var!?” diyerek İbn Mes’ud’u tenkit eder. İbn Mes’ud kendinden emin olarak “O zaman buyur evime gir, bak bakalım böyle bir şey var mı?” diyerek kadını evine götürür. Kadın eve girip bakar ve “hayır böyle bir şey görmedim” der. Bunun üzerine Abdullah şöyle söyler: ‘Sen, Allah’ın seçkin kulu Hz. Şuayb’in şu sözünü bilmez misin? ‘Ben size yasakladığım şeyi, kendim işleyerek sizinle ters düşmem.” (Buharî, Tefsir, 59; Libas, 82; Müslim, Libas, 120) Rivayetten anlaşıldığına göre Resulun bir konuda hüküm vermesi de Kur’an’ın hüküm vermesi gibi kabul edilmektedir.”
Not: Herşey tepe taklak oldu! Yukarıda sahih olmayan Hz. Ebu Bekir rivayetini tercih eden biri nasıl olur da İbn Mes’ud rivayetini önemser ve kabul eder? İki rivayeti aynı anda kabul etmek mümkün mü? Biri sadece Kur’an’daki haramları haram bilin diyor; diğeri ise Resul size Kur’an dışında neyi verdiyse alın, haram bilin diyor! Bu ikisi aynı anda doğru olabilir mi? Elbette olamaz. O halde hem Ebu Bekir hem İbn Mes’ud rivayetini kabul etmek makul mudur? Bu durum kafaların oldukça karışık olduğunu göstermektedir. İşte küllî bir usul bunun için gereklidir. Şayet ulema tarafından test edilmiş ve bize hazır hale getirilmiş bir usule dayanmaz isek çok daha bocalarız kanaatindeyim.
İlk Yorumu Siz Yapın