Geçenlerde aklım bir şeye takıldı. Oturdum düşünmeye başladım. Gazalî ile birlikte sebep-sonuç ilişkisinin mutlak/zorunlu olmadığını biliyorduk. Tabii felsefede bu konu epey bir tartışmalı… Ben olaya bir başka açıdan yaklaşmayı deneyeceğim. Buna göre kiprit/ateş zorunlu olarak pamuğu yakmazdı. Yakması ancak “mümkün” kategorisinde değerlendirilebilirdi. Kiprit de pamuk da atomlardan oluşuyordu. Atomların ise kendiliklerinden bir özelliklerinin olması düşünülemezdi. Ancak biz insanoğlu bu olayları sürekli aynı şekilde gözlemlediğimizden sanki kiprit ve pamuk arasında zorunlu bir ilişkinin olduğunu görüyorduk. Öyle ya! Sürekli kipriti yakıp pamuğa değdirdiğimizde pamuk alev alıyordu. Bu gözlemimiz o kadar çok ki, istisnasını düşünmek bile neredeyse mümkün değil. Ama bir istisnası var. Ateş, İbrahim (a.s.)’ı yakmadı. İşte tam da bu noktada akla “ateş ve yanma olayı arasında zorunlu bir ilişki olsaydı, ateş, İbrahim (a.s.)’ı yakmalıydı” gibi bir düşünce geliyor. O zaman ateş ile yanma olayını birbirine bağlayan nedir? Yanma olayını gerçekleştiren, diğer bir ifadeyle “yaratan” Allah’tır. Burada biz Allah’ın yaratma olayını göremiyoruz. Gördüğümüz sadece kipritin pamuğa değmesiyle yanmanın vuku bulmasıdır. Bu durum şifayı yaratanın Allah olduğu inancına da uygulanabilir. Bir doktora gideriz. Reçete yazar. İyileşiriz. Zannederiz ki, ilaç ve iyileşme arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Buna dayanarak da çok basit şekilde “ilaç içtik, sonuçta iyileştik” deriz. Peki “iyileşme olayı”nı gerçekleştiren ilaç mıdır? İlaç kendi başına böyle bir “amaç” taşıyabilir mi? Atomlardan oluşan ilaçta herhalde böyle “amaçsallık” yoktur. O zaman gerçekte “iyileşme” olayı kimin elindedir? Allah’ın. “İyileşmeyi yaratan” Allah’tır. Diğerleri nedir? Hepsi birer sebeptir. Evet, sonuçların var olması için sebeplere ihtiyaç vardır. Ama sebepler kendi başlarına sonuçları var edemez. Onlarda böyle bir güç ve kudret yoktur. Onun için bunlar sadece sebeptir. “Yaratıcı” değildir. O halde sebep-sonuç arasındaki bağı kuran, korelasyonu sağlayan, kısaca “yaratan” Allah’tır diyoruz.
Bunları niye anlattım? Aklıma insan ve fiilleriyle olan ilişkisi geldi. Bir kişi, elini masaya vuruyor. Bir yere gitmek için adım atıyor. Birini öldürmek için tetiğe basıyor. Kişi ile bu eylemleri arasında nasıl bir ilişki vardır? Kişi, niyet ediyor, kudreti de var. Masaya elini vurdu. “Elini vurmak” meselesini nasıl anlamalıyız? Elini vurma niyet ve iradesi var. Dolayısıyla elini vurma eyleminin gerçekleşmesi “zorunlu” mudur? Kişi, adam öldürmeye niyet etti, iradesini ortaya koydu. Tetiği çekti. Ölme olayının vuku bulması “zorunlu” mudur? Bu durum kiprit ve pamuk olayına benzemiyor mu? Kiprit ve pamuk arasında “zorunlu” bir ilişki yoktu. Acaba kişi ile fiili arasındaki durumu da böyle anlayabilir miyiz? Elbette kişi ve eylemlerini her yönüyle iradesiz varlıklar olan kiprit ve pamuğa benzetmek doğru değildir. Ama bir yönüyle diyoruz. Acaba? Kişi, yani insan cansız varlıklardan farklı olarak niyet ve irade ortaya koymaktadır. Peki bu niyet ve iradesiyle filleri arasında “zorunlu” bir ilişki var mıdır? Zorunlu ilişki olduğunu kabul ettiğimizde kişinin fiilini muhakkak gerçekleştireceğinizi söylemek durumunda kalmaz mıyız? Bir anlamda ateş muhakkak ve zorunlu olarak yakar, demek gibi. Kişi, tetiği çektiyse adam muhakkak ve zorunlu olarak ölür demek gibi. Vakıaya baktığımızda işler böyle yürümüyor. Yani bazen niyetlerimizle ya da yapmak istediğimiz şeyler ile beklentilerimiz, yani sonuçlar örtüşmüyor, gerçekleşmiyor. O halde kişi ve fiili arasındaki ilişkiyi nasıl izah edebiliriz? Kanaatimce “kesb teorisi” bunu iyi izah ediyor. Ateş, yakar ama zorunlu değil, yakma olayını “yaratan” Allah’tır. Kişi “kesbeder, yani yapar” ama kesb, yapma olayını “yaratan” Allah’tır. Kişi, kendi fiilini yaratamaz. Zira kişide o güç ve kuvvet yoktur. İrade ve kudreti, fiili yapmakla ilgilidir. Bu anlamda irade ve kudretinin muhakkak fiile tesiri vardır. Bunu da şuna benzetebiliriz: Allah görüyor. Biz de görüyoruz. Allah işitiyor, biz de işitiyoruz. Dikkat edelim. Allah’ın görmesi ile bizim görmemiz arasında ciddi farklar vardır. Evet, bir açıdan insan Allah’ın sıfatlarının tecelligahıdır. Ama öbür açıdan insan eksiktir. Biz Allah için Mutlak Kadir, Mutlak Basir deriz. İnsan için ise bunu söyleyemeyiz. İnsanın sıfatları nisbidir veya eksiktir. O halde Allah’ın görmesiyle insanın görmesini eşitleyemeyiz. Bu durumda Allah’ın yaratma sıfatını düşünelim. Elbette insan da bundan nasibini almıştır. Ama nasıl nasip almıştır? Yaratma yoktan yaratma anlamında ise bundan nasibini almamıştır. Vardan yapma anlamında ise bundan nasibi vardır. Bu anlamda Musavvir sıfatını zikredebiliriz. Peki vardan yapma anlamında insanın kendi fiillerini yapmasına “yarattı” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Bazı sıfatlar vardır ki, onlar sadece Allah’a mahsustur. Yaratma da böyledir. Şimdi soru şu: Kişi ve fiilleri arasındaki ilişki, yoktan yaratma ile mi yoksa vardan yapma ile mi ilgilidir? Kanaatim odur ki, bu ilişki yoktan yaratma ile ilgilidir. Ateş ile yanma arasındaki bağ ne ise insan ile fiili arasındaki bağ da odur. Gözlemlerimiz nasıl ki, ateşin zorunlu olarak yaktığını tespit ediyorsa sanki insanın kendi fiillerini yarattığını da ispat edi yor. Zira görünürde ateş ile pamuk ve insan ile fiili arasında üçüncü bir varlık söz konusu değildir. Ama işte bu sadece görüntüdür. Oysa insan kendi fiili de olsa bunu yaratamaz. Bunu ancak her daim “yaratma” vasfına haiz olan yapabilir. O da Allah’tır. Peki insan ne yapabilir? Sadece “kesbeder.” Yani fiil eder, amel eder. Türkçe’deki ifadesiyle “yapar.” Ama yaratamaz.
Allah-insan-fiil arasındaki ilişkiyi insan-makina-fiil arasındaki ilişkiyle de izah edebiliriz. Nasıl mı? Şöyle düşünelim: İnsan bir makina yapıyor. Mesela bu makinanın adı yaşam ünitesi olsun. Bir kişinin bu makinaya ihtiyacı olduğunu varsayalım. Ve bu kişiyi yaşam ünitesi makinasına bağlayalım. Bu kişi, bu makina sayesinde hayata tutunmuş olsun. Görünüre baktığımızda insan makinayı yapmış, sonra insan aradan çekilmiş, makina ile ona ihtiyacı olan kişi başbaşa kalmış. Burada makina ciddi bir görev üstlenmekte, kişiyi hayatta tutmaktadır. Peki “hayatta tutma” fiili, makinanın fiilidir, makinaya aittir diyebilir miyiz? Dersek herhalde gülerler bize. Hemen aklımıza o makinayı yapan, onu hayatta tutmak için programlayan insan gelir. O kadar ki, biz teşekkür etmek istesek bu makinaya mı yoksa onu yapana mı teşekkür ederiz? Elbette onu yapana. Ancak zahiren makina bizi büyüler. Onu yapan insanı bile görmezden geliriz. Bu örnek maddi unsurlardan verilmiştir. Anlaşılması da kolaydır. Demek ki, makina-fiil (hayatta tutma, yaşamını sağlama) arasındaki bağı/korelasyonu sağlayan “görünmez” olan insandır. Elbette insan bir makina değildir, olamaz. sadece akla yaklaştırma babında bu örneği veriyoruz. Şimdi Allah-insan-fiili arasındaki ilişkiye bakalım. Zahiren insan ve fiiline baktığımızda sanki tamamen insan bu fiilini yapmaktadır, tabir-i diğerle yoktan varetmektedir. Öyle ya! Ben ve fiilim! Arada başka hiçbir unsur yok ki! Ben ve fiilim arasına bir başka varlığın girmesi düşünülebilir mi?! Zahiren yok! Ancak işin hakikat boyutunda ise var. Aynen makina-fiil arasında sanki üçüncü bir şahsın olmayışı gibi. Sanki makinanın kendi fiilini yoktan var etmesi gibi. Ama öyle değil. Makina ve fiil arasındaki bağı kuran, yapan, sağlayan insan gerçeği var. Çünkü makina bu bağı kurmaya, yapmaya muktedir değildir. İnsan ve fiili arasındaki ilişki de böyledir. İnsan ve fiili arasındaki bağı kuran, sağlayan kısaca “yaratan” insan olamaz. Zira insan buna, kendi fiilini yaratmaya muktedir değildir. Sebeplerin kendisi yaratıcı olamaz. Aynen makinanın “hayatta tutma” fiilini yaratamayacağı gibi.
Akılma geliyor ya! (Hoş bir benzetme olmasa da) insanı Allah’ın makinası olarak düşünebilir miyiz? Bir başkasının yapamayacağı bir makina… Allah, insanı niyet, irade ve kudret vererek yarattı. Bir anlamda insana, niyet, irade ve kudreti kodladı. İnsan, bunlarla eylemini gerçekleştiriyor. Bu durumda sadece fiilini değil, fiilini gerçekleştirdiği niyet, irade ve kudreti de Allah yarattı. Soru şu: Allah, niyet, irade ve kudreti tümel olarak mı yarattı yoksa insanın bunlarla gerçekleştirdiği tikel eylemleri de mi yarattı? Denilebilir ki, sadece Allah niyet, irade ve kudreti yarattı ve sonrasını insana bıraktı. İnsan bunlarla tikel eylemlerini gerçekleştirir ve bundan da sorumlu olur. Yine denilebilir ki, insan, niyet, irade ve kudret ile bir fiile yönelir, yapar ama buradaki her şeyi Allah yaratır. İşte burayı anlamak güçtür. Yani Allah’ın yaratmasını anlamak güçtür. Allah’ın yoktan yaratmasını, hayatı ve ölümü yaratmasını anlayabiliyoruz, ama insan fiillerini yaratmasını anlamakta güçlük çekiyoruz. İnsan ve fiilleri arasında bir “bağ” var. Asıl bu “bağ”, fiilin ortaya çıkmasını sağlıyor, ama bu “bağ”ı anlamakta zorlanıyoruz. Mucize olayı esasen meseleyi anlamada bize bir imkan sunuyor. Şayet Allah’ın mucize yoluyla tabiata müdahalesi olmasaydı, hiçbir zaman “yanma olayı”nı Allah’ın yarattığını anlamayacaktık! Normalde ateş her zaman yakıyordu; onu bunların dışında bir şeyle izah etme gereği yoktu. Ama mucize ortaya çıkınca, anladık ki, aslında kiprit ile pamuk arasındaki asıl “bağ” Allah’mış, O’nun “yaratması” imiş! Eğer mucizeye bir hakikat olarak inanıyorsak bunun başka da bir izahı yok gözüküyor. Tam da bu noktada mantıktaki önerme meselesi acaba meseleyi izah eder mi diye aklıma geliyor. Nasıl mı? Şöyle: Önerme en az iki terimden oluşur. Terimleri birbirine bağlayan da bir “bağ” vardır. Bu “bağ” olmasa anlamlı bir söz ortaya çıkmayacaktır. Buna göre önermede bir yüklenen, bir yüklenilen ve bir de bağ vardır. Önerme özne + yüklem + bağ(laç)tan oluşur. Örneğin “insan ölümlüdür, hava açıktır” cümlelerinde “dür, dir” bağdır. “Hava açık değildir” cümlesinde “değildir” bağdır. “Yağmur yağarsa yerler ıslanır” cümlesinde “se, sa, ise” bağdır. Dikkat edilirse bağ ile anlamlı bir söz ortaya çıkmaktadır. Öbür türlü “hava açık”, “yağmur yağar yerler ıslanır” bir hüküm ifade etmiyor, bir anlamda tarzanca konuşulmuş oluyor. Peki bu bağın dünyamızda bir karşılığı var mı? Terimlerin var. Hava dediğimizde karşılığı var. Açık dediğimizde karşılığı var. Ama “dır”, “değildir” “ise”, “ama,” “çünkü” gibi bağların reel dünyada bir karşılığı yok. Bunlar ancak terimlerle birleşince anlamlı hale gelmektedir. Ve ilginç olan bu bağların reel dünyada karşılığı olmadığı için onları görüyor veya düşünüyor olamamızdır. Böyle olmalarına rağmen anlamı/hükmü tayin eden unsurlardır. Başka türlü anlaşma/iletişim sağlamak mümkün gözükmüyor. Hemen belirtmem gerekirse mantıktaki bu bağın Allah’ın yaratmasıyla birebir örtüştüğünü veya birbirine benzeyebileceğini söylemek istemiyorum. Bizim yaptığımız bir açıdan benzetme olayıdır. İşte buna benzer olarak Allah’ın yaratmasını insan ve fiilleri arasında böyle bir “bağ” olarak göremez miyiz? Bir yargı cümlesinde “dır”ın anlamı ne ise bir fiilin ortaya çıkışında da Allah’ın yaratması odur diyebilir miyiz? “Dır”ın reel dünyada karşılığı yok ama anlamı ortaya çıkarıyor. “Allah’ın yaratması”nın da görünürde/reel dünyada bir karşılığı yok (gibi) ama esasen fiili bu, ortaya çıkarıyor.
Yukarıda dedik ki, insan demek irade etmek demektir. İrade üzerinden bir noktaya da temas etmek istiyorum. İrade, tercih edebilmektir. Burada “tercih” meselesine dikkat çekmek isterim. Tercih, olan şeylerden birini seçebilmektir. Olan şeylerden… O halde insan, olan şeylerin dışında bir icadda bulunamaz. Örnek verelim. Bir asansörde 40 düğme bulunsun. Kişinin bir evi ve bir de ona ait düğmesi vardır. İnsanın önündeki seçenekler bu 40 düğmeden ibarettir. Ya kendi evinin düğmesine basar doğru yolu bulur ya da başka düğmeye basar yanlış yola girer. İnsan, bu 40 düğmenin dışında “ben, 41. düğmeyi de düşünebilir ve icad edebilirim” diyebilir mi? Diyemez. Çünkü kendine sunulan tercihlerin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla “bak işte! bunlar bana sunulan tercihler, ben de bunların dışında tamamen kendi icad ettiğim bir fiili tercih ediyorum” deme şansı yoktur. Düşünebileceği her şey, aslında bu 40 düğme içinde vardır. Bu durumu insan eylemlerine uyguladığımızda da aynı tabloyla karşılaşırız. Bir eylem düşünelim. Bununla ilgili de 10 ayrı şeyi tercih edebileceğimizi varsayalım. İşte biz bu 10 ayrı şeyden birini seçmekle mükellefiz. Bizim özgürlüğümüz buradadır. Şunu da seçebilirim, bunu da seçebilirim. O halde ben özgürüm demektir. Peki insan “hiçbirini seçmek istemiyorum” diyebilir mi? Diyemez. Çünkü hiçbirini seçmek istememek de bu 10 tercihin içindedir. İnsan, seçim yapan bir varlıktır. Seçim yapmıyorum, demek de bir seçimdir. İnsan, kendine biçilen bu kaderin dışına çıkamaz. Bizim burada vurgulamak istediğimiz nokta insanın önündeki seçeneklerden birini seçmek zorunda olduğudur. O seçeneklere başka bir madde ekleyemez. Üniversite imtihanında öğrenci testte kendisine sunulan 5 şıktan birini tercih eder. 5 şıkka 6.sını ekleyemez. O halde insan önüne konulan “yaratılmış” eylemlerden birini seçer. Ölüm veya hayat yaratılmıştır. Çalışmak veya tembellik yapmak yaratılmıştır. Cesaret veya korkaklık yaratılmıştır.Sabır ve acelecilik de… Kişi, bu yaratılmış eylemlerden birini seçer ve sorumlu olur. Şayet önünde tek bir seçenek olsaydı, sorumlu da olmazdı. Şimdi birini öldürmeyi seçebilir. Dikkat edelim, ölüm ve hayatı Allah yaratmıştır. Yani ecel Allah katında bellidir. Kişi, Allah katında belli olan eceli bilmiyor. Bilse seçme şansı ortadan kalkar, imtihan sırrı da olmazdı. İnsanın vus’atında değil ya, hakikati yalın olarak bilmek “zorunluluk” gerektirir. Artık burada “iman”dan değil, “bilmek”ten bahsedebiliriz. Aynen demirin sert olduğunu bilmek gibi. Demirin sertliği “bilgi”nin konusudur, imanın değil. Öyleyse kişi, sadece ölümü (yani öldürmeyi, belirlenmiş eceli) seçebilir. Ve bu seçim gerçekleşirse katil adını alır. Çünkü 1) kişi, o eceli bilmiyor 2) Kişiye “adam öldürmeyeceksin” denilmiş o ise buna muhalefet etmiştir. O halde sorumludur. Kişi, tembelliği seçebilir, tembel adını alır. Cesareti seçebilir, cesur adını alır. Ama bütün bunlar, yani tembellik, cesaret vs. yaratılmıştır. Yani insan gerçekliğinde var olan şeylerdir. Acaba diyorum şu kaderle ilgili hadiste ifade edilen durum bu gerçeği mi yansıtıyor? Tavus el-Yemanî şöyle dedi: “Resûlullah’ın (a.s.) ashâbından bazılarına yetiştim, onlar; “Her şey kaderledir” diyorlardı. İbn Ömer’in de, Resûlullah’dan (a.s.) naklen şöyle dediğini duydum: “Her şey kaderledir; hatta âcizlik ve dirâyet bile!..” (Müslim, Kader, 18; Muvatta, Kader,1) Tembellik, korkaklık, cesaret, sabır, acziyet hiçbir hayvanda bulunmaz. Hayvanın önünde böyle seçenekler de yoktur. Bir hayvan için mecazen “cesur” denilebilir. Ama bu, seçilerek kazanılmış bir sıfat değildir. Hayvanın cesur olmaktan başka alternatifi yoktur. İnsanın önünde ise seçenekler var. Denilebilir ki, ölüm, cesaret, korkaklık ve binlerce eylem yaratılıp insanın önüne konulmuştur. Bunların hiçbiri insan varoluşunda yok da insan bunları icad ediyor değildir. Bütün bunlar insanın önünde seçenek olarak vardır, yani Allah bunları yaratmış, insanın önüne bir seçenek olarak koymuştur. Neyi seçerse neyle sonuçlanacağını da bildirmiştir. O halde insana düşen denilebilir ki, sadece seçimde bulunmaktır, yaratmak değil.
Sonuç olarak kula kul kadar, Allah’a da Allah kadar hakkını vermek gerekir. (Allah’ı hakkıyla takdir edemediler, ayetini hatırlayalım) Yaratmak, yani tüm olaylar arasında gerçek bağı kurmak sadece Allah’ın elindedir. Yanma olayı da, ölme olayı da (böylece milyarlarca olay, fiil) Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Bu olay ve fiillerin aralarında “zorunlu” bir ilişki yoktur. “Mümkün” bir ilişki vardır. Ama bizler beden dünyasına ait olduğumuz için arada zorunlu bir ilişki varmış gibi algılarız. Tabii Allah bu şeylere bu adeti yerleştirmiştir. Yani sebep-sonuç ilişkisini yerleştirmiştir. Biz buna tabiat kanunları, yahut sünnetullah diyoruz. Allah’ın fizikî ve toplumsal yasaları… Niye böyle? Beden dünyasında iş görelim, bilimsel çalışmalara yapalım, yeryüzünü imar edelim diye… Bunlar bir yana peki biz niçin sorumluyuz? Kısaca işaret edelim: Sadece “yap” denildiğinde yapmadığımız, “yapma” denildiğinde yaptığımız, kısaca niyeti, irade ve kudretimizi o yönde kullandığımız için…
İlk Yorumu Siz Yapın