İçeriğe geç

TAHA ABDURRAHMAN’IN FELSEFESİNİN TEMELİNE DAİR BAZI MÜLAHAZALAR

Malumdur ki, Taha Abdurrahman tüm eserlerinde sekülerizm ile hesaplaşmaktadır. Sekülerizm ayrıştırmaya, din birleştirmeye çağırır. Sekülerizm, insanı, hayatı insani tüm eylemleri, en üst değer olan, en üst gaye olan Allah’tan koparır. İnsan eylemleri ve insan hayatı “değer”siz ve “ahlak”sız olamaz. Tüm değerler ise Allah’tan ve esma-i ilahiyeden kaynaklanır. Bu durumda insan en üst değere bağlanmak zorundadır. Bu insan olmanın da bir gereğidir.

Taha Abdurrahman esasen tüm insani etkinliklerin altında yatan işbu temel değeri arayıp bulmak istemektedir. İbadetinden ticaretine, siyasetinden ekonomisine, biliminden beşeri ilişkilerine kadar pek çok insani eylem bulunmaktadır. İslam söz konusu olduğunda bu eylemleri yönlendiren temel öz, temel değer nedir? Bir anlamda tüm insani eylemleri motive eden meta değer, üst değer nedir, ne olmalıdır? Tüm insani eylemlerin yöneleceği, yönelmek zorunda olduğu bu meta değer nedir? 

Taha Abdurrahman tekil meselelere çözüm bulmaya çalışmamaktadır. Örneğin olguları inceleyip bilim nasıl yapılmalıdır, sorusuna cevap aramamaktadır. Siyaset nasıl işler, hükümet nasıl yönetilir, devlet başkanı nasıl seçilir, devlet müdahaleci mi olmalıdır gibi sorulara cevap bulmak gibi bir derdi yoktur. Ekonomi nasıl işler, piyasanın kuralları nedir sorularının cevabı onu ilgilendirmemektedir. Yine kanun nasıl yapılır, her tekil olaya hüküm nasıl verilir, her bir tekil olayın hükmü nedir gibi soruların cevabı onda bulunmamaktadır. Örneğin, şöyle yapsak namaz bozulur mu, kan aldırmak oruca halel getirir mi, organ nakli, borsa, kasgo, nükleer silah yapımı, faizli işlemler vs. caiz midir gibi sorular Taha’nın gündeminde değildir. Muhtemelen bunlar ayrı bir uzmanlık istiyor. Ama tüm bu sorulara verilecek cevaplar değer dünyasını ve ahlakı göz önünde bulundurmak zorundadır. Taha’nın tüm derdi bütün bu insani eylemlerin arkasında yatan işbu temel değeri, meta değeri bulup gün yüzüne çıkarmaktır. Bu meta değer tespit edildiğinde bütün bu etkinlikler bu meta değere göre şekil alacak, bu meta değerin boyası ile boyanacaktır. Meta değer tabiri caizse bu insani eylemlerin ruhuna nüfuz edecek, onları yönlendirecek, en büyük motivasyon kaynağı olacaktır. Dahası bu eylemlerin meşruluk zemini bu meta değer olacaktır.

Peki Taha Abdurrahman’a göre bu en üst, en temel değer nedir? Evet, bu en üst değer kulluktur, geniş anlamıyla ibadettir, Allah’ı tanımaktır. Bu en üst değere bağlı olarak esma-i ilahiyedir. Zaten tüm diğer değerler bu esma-i ilahiyeye bağlı olmak zorundadır; zira tüm değerlerin kaynağı esma-i ilahiyedir. Bu en üst değer ve ondan taşıp alemin kaynağı olan esma-i ilahiye, esasen hayatın anlamıdır. Bu, insani eylemlerin arkasında başka değerlerin olmadığı anlamına gelmez. Bu en üst değerden sonra insani eylemlerin özünde elbette adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi, sevgi gibi, saygı gibi, onur gibi, merhamet gibi değerler vardır. Dediğimiz gibi bu değerlerin kaynağı esma-i ilahiyedir. Ancak bu değerleri de kuşatan en üst değer Allah’tır ve O’na kulluktur. Adaletin yöneleceği değer kulluktur. Merhametin yöneleceği değer, gaye, maksat kulluktur. Özgürlüğün yöneleceği değer kulluktur. Aynı şekilde sevginin yöneleceği değer, gaye, maksat kulluktur. Diğer taraftan denilebilir ki, bundan sonra insanın üretebileceği başka değerlerin varlığını kabul etmek mümkündür. Yani aslî değerler vardır –ki, bunlar esma-i ilahiyeden kaynaklanır- bir de tali değerler vardır. İşte tali değerlerin üretilmesinde insanın ciddi katkısı söz konusudur.

Burada özgürlükle ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bazıları irade kulluktan önce gelir, diyebilir. Yani önce irade, sonra kulluk. İrade de özgürlük demektir. Bu durumda önce özgürlük, sonra kulluk var demektir. Bence irade ile özgürlük karıştırılıyor. Bir kere önce iradenin geldiğinde hiç kuşku yoktur. İrade yoksa iman da kulluk da yoktur. Peki iradeye özgürlük diyebilir miyiz? Hangi anlamda kullandığımıza bağlı. Ancak ben irade ile özgürlüğü ayırıyorum. İrade bir formdur. Bu form tercih yapmayı ifade eder. Bu kadar. İçerik yoktur burada. Hatta irade bir açıdan bakılırsa zorunluluktur. Yani insan irade etmek zorunda olan bir varlıktır. Eğer irade ile özgürlüğü kastedersek buna “insan özgür olmak zorunda olan bir varlıktır” denilebilir. Ama bugün kullanılan özgürlük ise değer ile yüklüdür. İçeriği çok aşikârdır. Bugün özgürlük, başkasına zarar vermediğin müddetçe kendi bedenin dahil her şeyde serbestiyeti ifade eder. Bireyciliği esas alır. Bu anlamıyla özgürlük değer yüklüdür ve ideolojiktir. O halde irade ile kulluk da özgürlük de seçilebilir. İrade tercih ise, özgürlük de tercih edilebilir, kulluk da… Tabii kulluk ile özgürlük karşıt değildir. Ama olabilir. Kulluk ile özgürlük birlikte olabilir. Ama kulluk reddedilerek özgürlük de talep edilebilir. Onun için diyorum ki, kulluktan önce irade gelir ama özgürlük gelmez. Ama iradeyi özgürlük anlamında kullanırsak bu manaya gelir tabii. İman veya küfrün özgür bir biçimde seçimi gibi Fakat bugün özgürlük bu manada kullanılmıyor. Özgürlük, Allah dahil bireyin dışında kabul edilen tüm otoriteleri redde dayanır. Özgürlük insanın kendinden başka otorite kabul etmemesidir. Oysa bizim değer dünyamızda özgürlük böyle değildir. Dahası böyle bir özgürlük tutkuların köleliği olarak kabul edilir. Esasen özgürlük kulluktan sonra gelir. Özgürlük kulluğa bağlıdır. Kulluk ile özgürlük asıl anlamına kavuşur. Kulluk ile ancak tutkuların köleliğinden kurtulmak mümkündür.

Konumuza devam edersek, denilebilir ki, insan eylemlerini en üst değerle birlikte diğer değerler de kuşatmıştır, sarmalamıştır. Daha doğrusu kuşatmalı, sarmalamalıdır. Değersiz insan hayatı düşünülemez. “Ahlak”sız insan hayatı düşünülemez. İnsanı insan yapan değerlerdir, değerlerin davranışa dönüştüğü ahlaktır. O halde ahlak insana insanlığını kazandıran en önemli vasıftır. Daha iyi anlaşılması için insani eylemlerden örnekler vererek Taha Abdurrahman’ın değer ve ahlak ile bu eylemleri nasıl açıkladığını ortaya koymaya çalışalım.

Burada aslında insani eylemlerden önce insanın kendisinden başlamak lazım. Evet bizzat insanın kendisinden. Çünkü insan bizzat değer ve ahlak ile insanlığını kazanmakta, hayvandan ayrılmaktadır. O zaman delinebilir ki insan ahlaki bir varlıktır. Bu düşünceyi şu karşıtlık içerisinde düşünürsek anlam kazanır: Malum, Yunan düşüncesine göre insan düşünen/akıllı bir varlıktır. İnsanı hayvandan ayıran bu yöndür. İşte Taha Abdurrahman buna şiddetle karşı çıkar. Ona göre bu iddia, aklı ahlakın önüne almaktadır. Halbuki, insanın insanlığını belirleyen asıl unsur soyut akıl, soyut düşünce değil, ahlaktır. Sadece ahlak, insanı, değerleri kavrama kudreti olmadığı için ahlakları olmayan diğer canlılardan farklı kılar. Az da olsa canlıların akıldan payları vardır. Eğer olmasaydı, idrak gücünden nasıl yararlanabilirlerdi? Hayvanlardaki bu idrak kuvveti, insandaki idrak kuvvetinden sadece derece bakımından farklılık arzeder. Fakat buna karşılık onların ahlakları yoktur. Çünkü onların yüce manaları ve ideal ilkeleri kavrama kudretleri yoktur. İşte bu yüzden ahlak, insanı insan eden ve diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan yegane unsurdur. İnsan ancak ahlak vasıtasıyla insanlık mertebesine yükselir ve insanlığını mükemmelleştirebilir. O zaman insanın esas kimliği ahlakî kimliğidir.

O zaman şöyle diyebiliriz: Ahlak dışılık, insan dışılığı gerektirir, ama akıl dışılık (mesela hayal etmek gibi) insan dışılığı gerektirmez. Buna göre insanda ahlakî nitelik güç kazandığı zaman bunu, onun insanlığında bir artış olarak kabul ederiz. Oysa insanın akıl açısından ilerlemesi arttıkça zorunlu bir şekilde insanlığının da arttığını söyleyemeyiz. Çünkü akılcılık kimi zaman insanın insanlığına zarar verir. Hatta akılcılık güç kazandığı zaman tarihin de şahitlik ettiği üzere modern insanda yıkıcı bir unsur haline gelebilmiştir. O zaman doğru olan şöyle dememizdir: Ahlakî yönü arttıkça insanın insanlığı artar. Oysa akılcılık yönü arttıkça insanın insanlık yönü aynı ölçüde güçlenmez.

Sonuçta şöyle diyebiliriz: İnsan, bir bedene sahiptir. Ama onu kerim kılacak olan, değerleri idrak etmesi ve ahlaklı olmasıdır. Değerlerin kaynağı Allah’tır. Değerlerin idraki, insanı ilahî olanı temsil mertebesine yükseltir. Bu ise ahlakın tahakkuk etmesidir.

Şimdi diğer insani eylemlerden örnekler verebiliriz:

Bilim. Bilim olguları esas alır ve kendi yöntemine göre inceler. Örneğin yağmur olgusu. Bilim yağmurun nasıl yağdığını bize açıklamaya çalışır. Din, yağmurun nasıl yağdığını bize açıklamaz, böyle bir amacı da yoktur. Ancak din değerler boyutunda yağmur olgusuna nasıl yaklaşılacağını, bu olgunun nasıl görüleceğini bize anlatır. Buna göre yağmur salt kaba maddeden oluşan bir olgu değildir. Yağmur ayrıca bir rahmettir, bir nimettir, bir dirilticidir, bir ayettir, esma-ı ilahiyenin suretine bürünen bir olgudur. Bu yönüyle yağmur hem bir olgudur hem bir ayettir. Olgu olması maddi yönüdür, ayet olması manevi yönüdür, değersel boyutudur. Yağmurun salt olgu olarak kabul edilmesi değersel boyutunu ortadan kaldırır, ancak değersel bir boyutunun olduğunun kabul edilmesi olgu olarak kabul edilmesine aykırı değildir. Tüm bilimsel olgular böyledir ve bu değer anlayışı, bu ahlak anlayışı tüm bilimsel olgulara uygulanabilirdir. O zaman denilebilir ki bugünkü bilim anlayışı, olgulardan değeri çekip almasıyla seküler bir hüviyet kazanmıştır. Bu durumda olguların arkasındaki değeri görmek suretiyle onu bu seküler hüviyetinden kurtarmak mümkündür.

Siyaset. Siyasetin en temel özelliği egemenlik arzusudur. Egemen olmak, aşkınlık ve yüceliği gerektirir. Kökü, metafiziğe dayanır. İnsan, metafiziği inkar etse veya unutsa da bundan sıyrılamaz ve onu üstü örtük bir biçimde kullanır. Yani metafiziği farkında olmadan taklid eder. İktidarın ve ona sahip olanın tanrılaşması böyle bir olgudur. Böylece insan Tanrı’dan rol çalmış olur. Bunun en güzel örneği “Ben sizim Rabb’iniz değil miyim?” diyen Firavun’dur. Firavun, Allah’ı inkar etmiş, ancak Allah’ın tüm özelliklerini de kendinde toplamak istemiştir. Bu aslında hakkı olandan onu gaspetmektir. Krallarda egemenlik arzusu farklı, demokrasilerde farklıdır. Ama her ikisinde de egemenlik arzusu ortaktır. Egemenlik arzusu güç ve kuvvet ile alakalıdır. Egemenlik arzusu, güç ve kuvveti artırır; güç ve kuvvet egemenlik arzusunu perçinler.

Egemenlik arzusu seküler siyasetçide çok kuvvetlidir. Ancak ilahî hakimiyeti kabul eden Müslüman da egemenlik arzusuyla yanıp tutuşabilir. Zira o da seküler siyasetçiyi taklid edip aslını unutabilir. İlahî hakimiyeti kabul eden, en azından egemenlik kurmaması gerektiğine inanır, ancak nefsinde çatışmalar yaşar. Nefiste nisbet vardır; ruhda ise yoktur. Nefis hep mülkü, parayı, makamı kendine nisbet etmek ister. Benim mülküm, benim param vs. der durur. Bu ise tahakküme yol açar. Ruhta ise nisbet yoktur. O halde insan ruhanileşmelidir. Bunun yolu arınmadır. Arınmanın yolu da ruha yakınlık arzeden ahlaktır, ibadettir. İnsan ahlakileşmeyi tahakkuk ettirdiğinde nefsindeki nisbet duygusundan arınacaktır. Arınma insanın içsel özgürlüğünü sağlayacaktır.

Sonuçta şöyle diyebiliriz: Siyaset dünyevi bir kurumdur. Siyaseti elde eden insanda egemenlik arzusu depreşir. Egemenlik arzusu, insanlara yanlış yaptırır. İnsanın egemenlik arzusunu frenleyecek ve doğruya yönlendirecek olan ahlaktır. Ahlak, insana gerçek Egemen’in Allah olduğunu öğretecek ve insanlara egemenlik yoluyla tahakküm etmenin yanlış olduğunu idrak ettirecektir. Bu idrak siyasetçiyi ahlakî mertebeye yükseltecektir. Ahlak, siyaseti yönlendirecek, temel ilke, temel değer olacaktır.

Ekonomi. Ekonominin temel motivasyonu çalışma ve kâr dürtüsüdür. Çalışma ne zaman seküler bir aktivite olur? Ekonomi alanında çalışan bir kişi faaliyetlerini sermaye ve iş çevrelerinde nüfuzunu artırmak, piyasadaki kontrolünü güçlendirmek ve rakipleri üzerinde egemenliğini garantilemek üzere mutlak yönetim gücünü esas almak ve başkaları üzerinde egemenlik kurmak suretiyle kâr marjına odaklanmışsa bu kişinin ekonomik faaliyeti seküler bir aktivitedir. Buna mukabil ekonomi alanında çalışan bir kişi faaliyetlerini sırf kendisinin gerçekleştirdiği üretici işler olarak görmeyip bunları rızık verenin kendisine bahşettiği salih ameller olarak değerlendiriyorsa ya da bu faaliyetlerin sonuçlarını sırf elde ettiği birikim ve kazançlar olarak görmeyip kudret sahibi ve rızıkları lütfeden Allah’a karşı ibadet yapmak suretiyle kendisine bahşedilmiş ikramlar olarak değerlendiriyorsa o zaman bu ekonomik faaliyet dinî bir aktivitedir. Bunun güzel bir örneği Kur’an’da vardır: “Karûn, ‘Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim’ diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti.” (Kasas, 78) Servete bu şekilde bir bakış sekülerdir. Bu bakış serveti, egemenlik kurmak arzusuna yönlendirir. Bu bakış insanı kibir sahibi kılar. Oysa servet, Rezzak olan Allah’ın bahşettiği bir lütuftur. Bir emanettir. Hatta siyasetin de mülkün de altında yatan temel değerlerden biri emanettir. Emanet, sahip olmayı değil, korumayı gerektirir. Bu, Müslümanı sekülerden ayıran en önemli farklılıktır.

Sonuçta şöyle diyebiliriz: Ekonomik faaliyet, çalışma ve üretme odaklı dünyevî bir faaliyettir. Bu faaliyeti üst değerler kuşatmazsa bu çalışma salt üretmeye ve çok zengin olmaya dönüşür. Zenginliğin kendisi amaç olur. Zenginlik de neticede tahakküme ve kibre yol açar. Onun için çalışmayı da serveti de üstün değerler kuşatmalıdır. Bu üstün değerlerin başında mülkün, servetin esasen Allah’a ait oluşu ve bunların insana emanet olarak verilişi gelir. Elbette yine çalışma olacaktır. Yine üretim ve tüketim olacaktır. Ama onları yönlendiren nefsî arzular veya nefisten kaynaklanan güç kazanmak ve egemenlik arzusu değil, ahlakî ilkeler olmalıdır.

Varlık/eşya. Varlık maddî unsurlardan oluşmaktadır. Hepsinin temelinde bilinçsiz atomlar vardır. Örneğin, ateist bunların rastlantısal olarak birleştiğini iddia eder. Bunların inşasında bilinç yok, akıl yok, irade yok, amaç yok! Oysa ahlakın temeli iradedir. İrade bilince dayanır. Ateist iradeyi kabul edemez, zira irade metafizik bir olgudur. Maddeye indirgenemez. İradeyi reddettiği anda ise ahlak en önemli temelinden yoksun kalır. Bu bir yana varlık kendi kendini yaratmadığına göre yaratılmıştır. Varlığın yaratılmışlığı varlığı başka türlü görmeyi gerektirir. Bu görme biçimi manevîdir. Kur’an’ın tabiriyle varlık bir ayettir, bir göstergedir, bir işaret edicidir. Varlık/eşya kendi başına bir “değer” ifade etmez. Ancak bir “değer”e işaret edebilirler. Kendileri “değer” üretemez, ama bir “değer”in varlığına işaret ederler. Sanatın, sanatkâra; resmin ressama işaret ettiği gibi. Sanatın “değerli” oluşu veya resmin “değerli” oluşu sanatkâr ve ressamdan dolayıdır. Esere güzelliği katan sanatkâr ve ressamın ruhudur. İşte kainatın “değerli” oluşu da “Yaratıcısı”na alamet ve işaret oluşundandır. İlginçtir, Arapçada “âlem” kelimesi alametle aynı kökten gelmektedir. Bu, âlemin işaret edici olduğunu gösterir. Kur’an’da sıkça kullanılan ayet kelimesi de böyledir. Ayetin işaret, delil, kanıt gibi manaları vardır. Âlemin, ayet olması Yaratıcı’ya delil olması cihetiyledir. Bu manasıyla tek tek madde dünyası belki değerden yoksundur, -ki, kendi başlarına hiçbir şey ifade etmezler- ama Yaratıcısına nispetle değerle doludur. Tabloda bir ağaç tek başına bir şey ifade etmeyebilir. Ama güneş, masmavi gökyüzü, dağlar, yeşil çimenler ve gürül gürül akan derelerin arasında bir ağaç güzelliğin sembolü olur. Tablo güzelleşir. Tablo değerlenir. O tabloya o güzelliği katan bir el olmalıdır, bir ruh olmalıdır. İşte şu koca kainat da böyledir. Ona bu değeri veren Yaratıcıdır, Yaratıcının dokunuşudur. Yaratıcı’nın ruhudur. İnsana ruh üflemesi gibi kim bilir kainata da ayrı bir nefes üflemiştir. Yol levhasını hatırlayalım. Bir levha kendi başına anlamlı değildir belki. Ama işaret ettiği yer dikkate alınırsa levhanın kendisi değerli hale gelir. Bu durumda demek ki, levha’nın kendisi olmasa bile, işaret ettiği yerdir önemli olan. Levhanın eni, boyu, rengi, hacmi, kütlesine takılıp kalırsak işaret ettiği asıl yeri ihmal ederiz. Asıl, işaret edilen yerdir. Levha dendiğinde enini boyunu değil, bu bütünlüğü kavramaktır aslolan.

O halde sonuç olarak denilebilir ki, varlık/eşya da kaba maddeden ibaret değildir. Kozmosta saklı manevî bir yapı vardır. Sanki varlığın da bir ahlakı vardır. Sanki varlık da “beni iyi oku!” der gibidir. Şayet varlık iyi okunursa perde kalkar ve arkasındaki amaçlılık ortaya çıkar. 

Tabiat/çevre. Aslında bu, yukarıdaki maddenin bir parçasıdır. Yani varlığın bir parçası. Varlık çok geniş. Tabiat belki yakınımızda olan, dokunduğumuz, hissettiğimiz, bizi etkileyen nesneler toplamı. Tabiat veya çevre manevî yapısı göz ardı edilen bir kaba maddeler toplamı mıdır yoksa tabiat ve çevre onu yaratanın bize emanet ettiği bir varlık mıdır? Bakış açısı davranışı da belirler. Tabiat salt manevî yönünden kopuk madde toplamı ise ona karşı fazla bir sorumluluğumuz yok demektir. Tabiat, insan arzularının egemen olduğu ve sömürülmeye müsait bir alan demektir. Ama tabiat yaratılmışsa ve Yaratan’ın insanoğlu için musahhar kıldığı bir emanet ise işin rengi değişir. Aynen mal ve servette olduğu gibi. Bunlar emanet ise onunla ilişkimiz değişir. Tabiat da bize emanet ise onunla ilişkimiz emanet ilkesi çerçevesinde gerçekleşir. Tabiat yine tabiat olacaktır. Çevre yine çevredir. Müslümanın da onunla muhakkak ilişkisi olacaktır. Ancak bu ilişkiyi ahlak belirleyecektir. Aynen bilimde olduğu gibi. Müslüman da bilim yapacaktır, teknoloji üretecektir. Ama bu üretimi ahlak belirleyecektir. Bir şeyin mümkün olması başkadır; meşru olması bambaşkadır. Her türlü teknoloji mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bu, imkan her türlü teknolojinin üretimini meşru kılar mı? Seküler anlayışa göre, kılar. Teknoloji zarar verse de başka teknolojiyle onun zararı giderilir. O da zarar verirse öbürüyle, bu sonsuza kadar devam eder. Ancak manevî bakış, ahlaka dayanır. Ahlakın yönlendirmesini dikkate alır. İnsana zarar veya fayda verecek konuya odaklanır. Onun için ahlakî bakış burada da temel değerdir.

Akıl. Bugün tek bir akılcılık geçerlidir: Soyut akıl. Buna zihnin aklı da diyebiliriz. Soyut akıl, neticede bu dünyaya ait bir akıldır. Bu dünyayı imar eden bir akıldır. Gayb ile ilişkisi kesilen bir akıldır. Soyut akıl, tek alem görür: Şehadet alemi. Bu haliyle eksik bir akıldır. Çünkü gaybî, ruhî, kalbî ve ahlakî boyutu yetersizdir. Şayet akıl, bu dar kalıplarından çıkıp ruhî olanı, manevî olanı keşfedebilirse ilahî olanı temsil mertebesine yükselebilecektir. Ruhî olana yükselmesi de ancak arınmacı bir yaklaşımla ibadet ve amel ile gerçekleşebilir. Bu akla Taha, “müeyyed akıl” demektedir. Buna “kalbin aklı” da diyebiliriz. Soyut akıl, tekil olayları görür. Zahir üzerinde donar kalır. Eşyanın arka planını göremez. Soyut akıl araçsal bir akıldır. Müeyyed akıl ise zahiri aşarak batına nufüz eder. İnsanın eşyanın hakikatine vakıf olmasını sağlar. İnsan bu akıl sayesinde küllî maksatlara ulaşır. Müeyyed aklın sonucu ihlastır. Küllî maksadları idraktir. Bu ise en geniş anlamıyla ahlaktır. Ahlakî bir bakışaçısı, manevî bir görüştür.

O halde şunu diyebiliriz: İnsan müeyyed akıl ile hakikati küllî olarak idrak eder. Ancak bu idrak sadece laf ile olacak bir şey değildir. Böyle olsa soyut akıldan farklı olmaz. Muhakkak amel ve ibadet gereklidir. Amel ve ibadet, en geniş anlamıyla ahlakın tahakkuku demektir. Amaç, ahlakı tahakkuk ettirmektir. Demek ki, aklın da arkaplanında ahlak vardır. Akıl ahlak ile beraber olmalıdır.

Hüküm. Buna hukuk da diyebiliriz. Taha’nın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Taha, bu konuyu da ahlak çerçevesinde ele almıştır. Taha, ilahî emir ve hükmün iki paradigmaya dayandığını ifade eder: Hukukî/fıkhî ve ahlakî paradigma. Ahlakî paradigma hukukî paradigmadan öncedir. Çünkü emrin faydası, sadece dış dünyada zahiren tatbik edilmesi ile ilgili değildir. Aksine bu emrin sonucu olarak ortaya çıkacak ahlakî maslahatla ilgilidir. Her şer‘î hüküm iki yöne sahiptir: Hukuki yön ve ahlaki yön. Bu ikisi ne zaman bir araya gelirse orada orta yol tahakkuk eder, ne zaman da birbirinden ayrılırsa orada aşırılık husule gelir. Fakihler ilahî emirlerle ilgili ahlakî paradigmayı büsbütün ihmal etmeseler bile ahlakî olan, hukukî paradigma ile aynı ilgiye mazhar olamamıştır. Taha zikretmese de muhtemelen fıkhın arkasındaki ahlak şudur: Allah, Allah korkusu, Allah saygısı, Allah sevgisi, adalet, emanet, ihlas, uhuvvet, izzet, takva, cihad/mücahede, felah vs. Seküler kanunun arkasında da seküler ahlak vardır. Polis/jandarma korkusu, hapis, eşitlik, özgürlük, adalet.

Bu çerçevede Taha, fıkhın tarihsel dönüşümünü de irdelemiştir. Ona göre fıkhın iki dönemi vardır: Biri “diri/ruhî fıkıh” diyebileceğimiz dönem; diğeri ise mekanik/teknik fıkıh diyebileceğimiz dönemdir. Hayatın içindeki diri fıkıhta ahlakî yön asıl; hukukî yön fer’dir. Teknik fıkıhta ise hukukî/zahirî yön asıl; ahlakî/batınî yön fer’ olmuştur. Burada fıkıh artık bireyin iç dünyasını arındırmak, kalbî amellerini iyileştirmekle ilgilenmemekte, varsa yoksa dış dünyadaki davranışlarını normatif bir zemine oturtmaya, ibadet ve muamelatın sıhhatini sağlamaya ve bunların belli zahirî kurallara göre yapılmasını temin etmeye çalışmaktadır. Böylece amellerin düzeltilmesinde asıl unsur batın olacağına, zahir, aslî unsur haline gelmektedir.

Acaba diyorum, buna şöyle bir örnek verebilir miyiz? Namaz kılıyoruz. Namazın esası, adam gibi namazı ikame etmektir. İhlasıyla, huşusuyla, dünyevî meşgalelerden uzaklaşmak yoluyla namazı ikame etmek… Böylece Allah şuuru dipdiri tutulacak, bu şuur bizi münkerlere karşı uyanık kılacaktır. Namazın ruhu budur. Ancak fıkıh namazın bu yönüyle değil de örneğin, “namazda huşu yoksa namaz bozulur mu?” gibi sorulara odaklanmıştır. Fıkıh, namazı ikame eden şeylerle değil, namazı bozan şeylerle ilgilenmiştir. Bu da tamamen şekil şartlarıyla ilgilenmek anlamına geliyor. Böylece namazın batını ile zahiri arasındaki makas farkı açılmış oluyor. Elbette fakihin böyle şeylerle ilgilenmesi mesleği gereğidir. “Şöyle yapsam namaz bozulur mu?” diye sorulsa fakihin buna bir cevabı olmalıdır. İnsanların dünyaya dalmaları, bu tip soruların fazlaca ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hal böyle olunca böyle sorulara şekil şartlarına uygun cevaplar verilmiş ve batından uzaklaşmak gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Burada fakihi suçlamak veya yanlış yaptığını söylemek sorunu çözmez. Doğru da değildir. Ama sonuca bakıldığında ahlakın fıkıhtan koptuğu tespitini yapmak da şarttır. Ahlak ile fıkhın irtibatını kurmak gerekir. Bunun yolu da bu şartlarda namazı bozan şeylere, namazın mekruhlarına önem verdiğimiz kadar namazın ruhunu, özünü, amacını da anlatmak, sürekli vurgulamaktır.

Taha’ya göre fakih, ilahî hakimiyeti kabul etmekte ancak onu ahlakî bir düzeye çıkaramamaktadır. Zira bireyin içsel değil, dışsal haliyle ilgilenmektedir. Taha bu noktada insanın nefsi ile birlikte var olan niteliklerini ikiye ayırmıştır:

a. Kendi iç dünyasında gerçekleştirmesi gereken nitelikler. Bunların başında ihlas gelir.

b. Başkası ile ilişkilerinde olması gereken nitelikler. Bunların başında adalet gelir.

Adaletin tesis edilmesi için de gerçekte içsel niteliklerin hakiki anlamıyla temin edilmesi gerekmektedir. Fakihin içsel ahlakı gerçekleştirmesi için doğrudan Allah’ı merkeze alan bir duruşu ve sezişi uygulaması gerekmektedir. Zahirî fakih emirlere, onların anlaşılmasına yoğunlaşmaktadır. Asıl olan ise emirlere değil âmir’e yoğunlaşmaktır. Arada fark vardır. Emirlerin fıkhı, ilahî emirlerin helal ve haram şeklinde nasıl belirleneceği ve realiteye aktarılacağı ile ilgilenir. Âmir’in/Allah’ın fıkhı ise metafizik bir düşünceyi dikkate almak zorundadır. Bu fıkıh, emirlerin sanki şu anda yeni iniyormuşçasına Allah’tan geldiği şuurunu insana kazandırır. O halde emirler ve hükümler ile meşgul olan alim ile doğrudan Allah’ı referans alan alim arasındaki fark, ruhî arınmacı olan alim ile olmayan alim arasındaki fark kadardır.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Her hükmün arkasında/altında bir ahlak kaidesi vardır. Her birinde maksad ahlakı gerçekleştirmektir. En önemlisi de Allah’a kulluğu hüküm yoluyla tahakkuk ettirmektir. Böylece hüküm kavramı, arkasında bulunan değerler ile ahlak mertebesine yükselir. Dolayısıyla insan, olgu, siyaset, ekonomi ve hükümleri kuşatan manevî ve ahlakî bir çerçeve vardır. Nasıl ki, bütün hüküm ayetlerini ahlak çevrelemiş, olguları da, diğer alanları da değerler sarmıştır. Hükümden ahlakı ayırmak mümkün olmadığı gibi olgudan da diğerlerinden de değeri ayırmak mümkün değildir. Aynen hüküm gibi insanı da, diğer alanları da ilahî olan kuşatmıştır. İşte Taha Abdurrahman, bu durumu, “bir ilim, eğer bizi ahlaka götürüyorsa ilimdir” diyerek ifade etmiştir. Ona göre ahlaktan kopuk hiçbir ilim, ilim sayılmaz. O kadar ki, görünürde ahlakla ilişkisi olmayan mantık ilmi ile ahlak ilmi arasında dahi ilişki kurmuştur. Taha, “eğer mantık ilmi bizi iyi, doğru davranışa götürmüyor ve farazi bir şey olarak kalacaksa, bunun bir anlamı olmaz” demektedir. Aklın kanunlarıyla ahlakın kanunları birbirinden ayrılmaz. Aklın esas fonksiyonu, insanı ahlaka taşımasıdır. Buna göre mantık sadece aklın kanunlarıyla ilgilenmez, davranışın kanunlarıyla da ilgilenir ve davranışın kanunları ahlaktır.

Son bir nokta: Hayat vesile-gaye-değer’den ibarettir. Bunları sağlıklı olarak anlamazsak aralarındaki ilişki dağılır. Vesile, vasıta/araç demektir. Vasıta ile gayeye ulaşılır. Diyelim ki, dershaneye gidiyoruz. Niçin? Üniversiteyi kazanmak için. Üniversiteyi kazandığımızda araç görevini yapmış demektir. Üniversiteyi kazanma amacı, aracı anlamlı ve değerli kılmaktadır. Dershanesiz olmaz, ancak sonuçta sadece bir araçtır. Peki üniversite gayedir, dedik. Bunun üstünde bir başka gaye var mıdır? Vardır. Bir meslek sahibi olmak ve insanlara hizmet etmek. Gayeyi, yani üniversiteyi değerli kılan da budur. Ama bütün bunlar, dershane, üniversite, meslek sahibi olmak, neticede bu dünya ile ilişkilidir. Burada bahsedilen değer de dünyevîdir. Oysa değer’in kendisi dünyevî olamaz. Değer, ruhsaldır, metafiziktir. Şimdi buna göre vesile-gaye-değer-ilişkisini ortaya koyalım: Dershaneye gitmek bir araçtır. Gaye üniversiteyi kazanmaktır. Burada değer ise Allah için bunu yapmaktır. Gaye meslek sahibi olmak olsa da burada değer onu Allah için yapmaktır. İnsanlara hizmet olsa dahi burada değer onu Allah için yapmaktır. Çok fazla gaye olabilir. Ama en üst gaye, gayelerin gayesi Allah olmalıdır. En üst gaye, en üst değer, aracı da gayeyi de anlamlı ve değerli kılmaktadır. En üst değeri çekip alırsanız insani eylemler gerçek değerlerini kaybetmiş olur. Bu ilimler için de geçerlidir. Mesela hadis usulü. Hadis usulü, bir araçtır. Orada birçok kaide vardır. Gaye nedir? Sahih ile zayıfı birbirinden ayırmak. Bu kadar ile yetinilirse salt dünyevî bir eylem gerçekleştirilmiş olur. Bu gayenin bağlanabileceği bir değer olmalıdır. Bu gayeyi asıl ne için yapıyorum? Tabiri caizse ana gaye, yani değer nedir? Burada ana gaye, değer Allah rızasını kazanmaktır. Diğer tüm eylemleri anlamlı ve değerli kılacak olan bu bakışaçısıdır. Tüm eylemlerimiz için bu husus geçerlidir.

Kategori:Yazılar

3 Yorum

  1. Hüseyin Kot Hüseyin Kot

    Yavuz Hocam , çok güzel , bütüncül, kendi yorumunuzu da katarak bir Taha Abdurrahman özeti yapmışsınız. Allah razı olsun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir