İçeriğe geç

GÜNAH-DEPREM İLİŞKİSİ

Öncelikle belirteyim ki, Müslümanlar bir deprem olduğunda onu orada işlenen günahlarla ilişkilendirmeye meyyaldirler.  Ben bu kanaatte değilim. Ancak mesele dinî olunca, yani jeolojik bir konu günahla ilişkilendirilerek teoloji alanına taşınınca, bu durumda ilgili ayet ve hadisleri ele almamız kaçınılmaz olacaktır. Ondan önce –belki de benim varsayım ve önkabullerim diyebileceğim- birkaç noktaya dikkat çekmek isterim:

a. Deprem doğal bir afettir. Ona günahın sebep olduğunu söylediğimizde doğal olmaktan çıkar, dinî bir afet olur. Yıldırım düşmesi/çarpması da böyledir. Yıldırımla çarpılan insan için veya yıldırımın düştüğü ev için o kişi günahkâr idi veya orada günah işlendiği için böyle olmuştur, denilmemektedir.

b. Depremin doğal afet olması ilahî ikaz olmadığı anlamına gelmez. Burada “ilahî ikaz” o yerde günah işlendiği için değildir. İnsanları sarsan her bir olayda ilahî bir yön görmek mümkündür. Bu açıdan deprem ilahî ikaz olduğu gibi yıldırım düşmesi de ilahî ikazdır; çok yağmur yağıp sellere sebep olması da ilahî ikazdır. Yani bu olaylar ders ve ibret alınacak olaylardır. Yoksa bunlara orada işlenen günahlar sebep oldu da onun için ilahî ikazdır, demek istemiyorum.

c. Böyle bir görüşü benimsememe neden olan temel husus vakıadır. Vakıada çoğu kere günah işlenen yerlerde deprem olmadığı, ancak neredeyse hep İslam dünyası olarak tanımlanan yerlerde çok deprem olduğu gerçeğidir. Bu durum, orada depremin olma sebebinin günah olmadığını, sadece oralardan fay hatlarının geçtiğini, yani o bölgelerin deprem kuşağı olduğunu gösterir. Bu gerçek ortada iken deprem orada işlenen günah sebebiyle olmaktadır, demek mümkün gözükmüyor.

d. Bu ümmetten helak kaldırılmıştır. Helak, toplu yok etme anlamına gelmektedir. Allah şöyle buyurur: “Hâlbuki sen içlerinde olduğun halde onlara azap edecek değildir. Onlar bağışlanmalarını ister oldukları halde de Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfal, 33) Bu şu demektir: Daha önceki milletlerde cereyan eden sünnetullah, inkar etmeleri sonucu helak ile yok edilmeleri idi. Bu ümmetten helak kaldırılmıştır. Bu ümmetin helakı kıyamet olacaktır. Kıyamete kadar helak olmayacaktır. Çünkü istiğfar edenler, iman edenler kıyamete kadar olacaktır.

e. Günahların depreme sebep olduğunu söylerken Peygamberimiz döneminde yaşanan şu olayı da muhakkak göz önünde bulundurmalıyız: Resûl-i Ekrem; Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud dağına çıktığı bir sırada dağ sallanınca “Ey Uhud, sakin ol! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehid var” demiştir. (Buhârî, “Ashâbü’n-nebî”, 5; Tirmizî, “Menâkıb”, 18; Müsned, III, 112) Burada deprem olduğu açıktır. Ancak sonra mucize ile sakinleştirilmiştir. Bu hadisten şunu çıkarabiliriz: Demek ki, Hz. Peygamber döneminde yer sarsıntıları oluyordu. Üstelik sarsılan yerin üzerinde alemin tanıdığı en güzide insanlar bulunuyordu. Öyleyse depremler sadece günahların işlendiği yerlerde değil, salihlerin bulunduğu yerlerde de olabiliyordu. Bu durumda rahat bir şekilde günah işlemenin depremle alakasının olmadığı söylenebilir. Depremler, günah hatlarının geçtiği yerlerde değil, fay hatlarının geçtiği yerlerde olmaktadır.

 f. Depremler o dönemlerde yaygın sosyal ve ahlâkî çöküntüye verilen bir ceza olarak da algılanmış, bu algıda Lût kavminin gayri ahlâkî ilişkileri yüzünden büyük bir felâketle helâk edildiğine dair Kur’an’da anlatılanlar da etkili olmuştur (Hûd, 82; Hicr, 73-74). Oysa Lut (a.s.)’ın kavmin başına gelen sünnetullah gereği cereya eden helak olayıdır. Bu tür yorumların yahudilerde ve hıristiyanlarda da yaygın olduğu belirtilmelidir. Kabu’l-Ahbar’dan yapılan rivayetlerde bu algının izlerini görmek mümkündür. Yine Hz. Ömer döneminde Medine’den birden fazla deprem meydana geldi. O, depremi ortaya çıkarılan bid’at işlere ve ihdas ettikleri meşru olmayan şeylere bağladı ve “Vazgeçmezseniz, sizi Medine’den çıkarırım” dedi.  (İbn Abdilberr, Temhid, III, 318) Mesela Hz. Ömer, depremi zina, şarabın yaygınlaşması gibi haramlara bağlamamıştır. Böyle şeylerin Hz. Ömer döneminde yaygın olması da herhalde düşünülemez. Bu durumda Hz. Ömer’in depremi bir takım bid’atlere -ki, Hz. Ömer’in bunlara yol vermesi tasavvur edilemez- bağlaması tamamen kendi yorumudur. Buradan inanç düzeyinde bir anlam çıkarılamaz. Yani bid’atler/günahlar kesin Allah’ın deprem vermesine yol açmıştır, denilemez. Zira o dönemde depremlere dair fay hatları vs. gibi jeolojik bilgilerin gelişmediği söylenebilir. Diğer taraftan Urfalı Mateos’a göre h. 444 yılı Antakya depremi şehirdeki yaygın zina ve homoseksüel ilişkiler yüzünden Tanrı’nın verdiği bir cezadır. Aynı tarihçi, 508 yılı depreminin bedensel şehvete uyulmasından kaynaklandığı düşüncesindeydi (Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s. 99, 254-255). İslâm dünyasında bu düşünceyi yansıtan birçok örnek vardır. Meselâ depremlerden sonra idareciler halkı günahlardan uzak durma konusunda uyarırlar, yeni önlemler alırlardı. Abbâsî Halifesi Kāhir-Billâh, Mısır’da meydana gelen büyük depremlerin ardından şarap içmeyi ve ahlâka aykırı eğlence düzenlemeyi yasaklamıştır.

Şimdi gelelim, bu konuda delil olarak getirilen ayet ve hadislere… Daha açık olmaları itibariyle önce hadislerden başlayalım.

a. Huzeyfe b. el-Yeman’dan: “Zina mübah görüldüğünde depremler olur.” (Deylemî, Firdevs, I, 330) Bu hadis sadece Deylemî’de geçer. Deylemî ise onun senedini vermemiştir. Sadece Huzeyfe’den nakledildiğini söylemiştir. Bu haliyle hadisin delil değeri yoktur.

b. Enes b. Malik’ten: Hz. Aişe’nin yanına girdim. Yanında bir adam vardı. Adam dedi ki: “Ey mü’minlerin annesi! Bize depremle ilgili bir hadis naklet!” Hz. Aişe ondan yüzünü çevirdi. Enes dedi ki: Ben ona “Ey mü’minlerin annesi! Bize depremle ilgili bir hadis naklet!” dedim. Hz. Aişe şöyle dedi: “Ey Enes! Ben sana depremle ilgili bir hadis nakledersem kederle yaşarsın!” Enes “Sen naklet!” dedi. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle dedi: “Kadın kocasının evinin dışında elbisesini çıkardığında Allah ile kendi arasında olan perdeyi yırtmış olur. Kadın kocasından başkası için koku süründüğünde ona cehennem gerekir. Bundan sonra zinayı helal gördüklerinde, şarap içtiklerinde ve çalgı çaldıklarında Allah semasını kıskanır  ve arza şöyle buyurur: Onları sars!” (Hakim, Müstedrek, IV, 516) Hakim, Müslim’in şartına göre sahih olduğunu söylemiş, ama Zehebî ona katılmamıştır. Zehebî, bu hadisin Nuaym b. Hammad’dan dolayı Enes adına uydurulduğunu belirtmiştir. Gerçi İbn Hacer, Zehebî’nin Nuaym’ı uydurmakla itham etmek suretiyle maksadını aştığını söylemiştir. Ama Nuaym’a, ulemanın çok da sıcak bakmadığını belirtelim. Nuaym’ın tek başına naklettiği hadislerin de delil değeri yoktur. Bu bir yana senedde yer alan Bakıyye b. Velid zayıf bir ravidir. Bakıyye’nin hocası Yezid b. Abdullah meçhul olup hakkında bilgi yoktur. Sonuç olarak bu hadis delil olamaz.

c. “Depremler çoğalmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buharî, hd. no. 1036) Bu hadis sahihtir, ancak depremlere günahın yol açmasıyla ilgisi yoktur. Bu hadis kıyamete doğru depremlerin artacağını söylemektedir ki, bu bir vakıadan haber vermektir. Neden böyle olacak sorusunun cevabı hadiste yoktur. Bu durumda muhtemel cevaplar aranabilir. Böyle olmasının sebebi jeolojik gelişmeler olabilir, zira fay hatları ancak kırılgan hale gelebiliyor. Böyle olmakla birlikte insanlığın tabiatı sömürerek bozmasının da bunu tetikleyici bir unsur olduğu söylenebilir. Ancak depremin zinadan dolayı, şarap içmekten dolayı artacağı söylenemez. Zira aralarında maddî-manevî hiçbir ilişki yoktur.

d. Hz. Aişe şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:”Bu ümmetin sonunda yere batırılma, suret değiştirilme ve taşlanma olacaktır!” Hz. Aişe diyor ki: “Ya Rasulallah! Aramızda salih kimseler olduğu halde helak olur muyuz?” diye sordum. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Evet, çirkin (habis) işler baş gösterdiği vakit!” (Tirmizi, hd. no. 2185) Sahihdir.

Hasf, yerin bir kısmının çökmesi ve yerin  herhangi bir yerinden yarılmasıdır. Mesh, daha kötü olacak şekilde suret değişikliğidir. Kazf, taşlanmak demektir. Bu taşlanma işinin nasıl olacağını bilemiyorum. Meshi mecazi olarak anlamak mümkündür. Malum, Kur’an’da bu geçer. Orada da meshi mecazi anlayanlar olmuştur.

Hadiste habis işler zikredilmemiştir. Habis işler insanoğlunun kendi eliyle tabiatı, tabiatın dengelerini bozması, hatta insanlığın fıtratını bozması şeklinde anlaşılabilir. Bunu şu ayet de te’yid eder:  “Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 205) Yani insanoğlu yeryüzünde fesad çıkarır. Bu fesadın sonuçlarından biri de yere batmalar olabilir. Ya da yere batmalar deprem gibi doğal da olabilir. Çok yağmur yağmasından oluşan yumuşak yerler çökebilir. Bu tip çökmeler kıyamete doğru artacaktır. Bu da bize vakıayı haber vermektedir.

Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “On alâmet çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır: Duhân (duman), Deccâl, Dâbbetü’l-Arz, Güneş’in battığı yerden doğması, Îsâ bin Meryem’in inişi, Ye’cûc ve Me’cûc, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında yer batması, Yemen’den başlayıp insanları haşrolacakları yere sürecek bir ateşin çıkması.” (Müslim, Fiten, 39-40; Ebû Dâvûd, Melâhim, 11; İbn Mace, Fiten, 28) Görüldüğü gibi her yerde bir takım yere batmalar olacaktır. Dikkat edilirse Arabistan’da da olacaktır. Bunları yine ya insanın fesad çıkarmasıyla ya da jeolojik gelişmeler sonucu kıyamete yakın bunların artmasıyla izah etmek mümkündür. Dolayısıyla bunlar kıyametin öncüsü anlamında uyarı niteliğinde sadece vakıayı haber veren hadiseler olabilir. Bu vakıayı haber vermenin uyarı niteliğinde olması başka, bu vakıaya günahların sebep olduğunu söylemek bambaşkadır. Bunların fertlerin işlediği zina, şarap gibi günahların neticesi olması gerekmez. Son olarak yere batırılmayı mecazi olarak da anlayabiliriz. Bu, fert ve toplumların manen ve ahlekn çökmesi ve yok olmakla karşı karşıya gelmesi manasında yorumlanabilir.

e. Sehl b. Sa’d’dan: “Bu ümmet içinde yere batırılma, suret değiştirilme ve taşlanma olacaktır!” Denildi ki: “Ne zaman Ya Resulellah!” Resulullah şöyle buyurdu: “Şarkı, çalgı ve eğlence ortaya çıktığı ve şaraplar mübah görüldüğü zaman.” (Busirî, İthafu’l-hiyere, VIII, 94) Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’den dolayı zayıftır. Aynı rivayet Ebu Said el-Hudrî’den nakledilir. O da Ziyad b. Ebi’z-Ziyad’dan dolayı zayıftır. Şevkanî ise bunu hasen li-ğayrihi olarak değerlendirir. Temel hadis kitaplarında geçediğini de belirtelim.

Bu hadis böyle bir meselede, yani kesin bilgi, en azından kesine yakın bilgi gerektiren bir konuda delil olmaz. Hz. Aişe hadisinde mübhem bırakılan habis burada açılmış gibidir. Bu açık hal, yere batırılma ile ferdin işlediği günah arasında doğrudan bağ kurmuştur. Ancak açıkça ifade edilen bu habislerin bazısı haram olsa da çalgı-şarkı gibi bazısı haram değildir. Sayılan bu menhiyyat her zaman vardır. Tabii kıyamete doğru artacaktır. Yukarıda da söylediğimiz gibi rivayetin sahih kabul edilmesi halinde mecazi olarak yorumlanması da mümkündür. Sanki Hz. Peygamber, menhiyyatın ortaya çıkmasıyla toplumların manen çökeceğine, buna yönelik tedbir alınması gerektiğine dikkat çekmektedir.

f. Enes b. Malik’ten: “Ümmetim, beş şeyi mübah gördüğünde onların üzerine yıkım/helak (ed-Demar) gelecektir: Lanetleşme ortaya çıktığında, şaraplar içtiklerinde, ipek giydiklerinde şarkıcı edindiklerinde, erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla yetindiklerinde.” Beyhakî, Şuabu’l-iman, IV, 1912. İsnadı kuvvetli değildir, ancak diğer tariklerle hasen li ğayrihi olduğunu söyleyenler vardır. 

Genelde rivayetlerde deprem “zelzele” kelimesiyle ifade ediliyor. Burada”demar” kelimesi geçer. Demere, yıkmak, yok etmek, helak etmek anlamlarına geliyor. Demar da yıkım demektir. Bir kere hadis asıl itibariyle zayıftır, ancak desteklerle kuvvet kazanmaktadır. Böyle bir meselede tek başına delil olmaz. Yani şayet günahlar depreme yol açar diye bir itkada sahip olacaksak bu hadis onun için yeterli değildir. Bu hadisin metni ise problemlidir. Şundan dolayı: Demar, yıkım, helak demektir. Kur’an’da da bu anlamda, inkarcı toplumların helakı anlamında kullanılıyor. O zaman hadiste de deprem anlamında değil, helak anlamındadır. Böyle ise yukarıda zikrettiğimiz Enfal, 33. ayetle çelişir. Bu ümmetten helak kaldırılmıştır. Bırakın günahtan dolayı helakın kaldırılmasını, şirk, küfür ve inkardan dolayı da helak kaldırılmıştır. Zaten maksad şirk ve küfürdür. Demar kelimesini deprem olarak alsak bile metin problemlidir. Lanetleşme, şarap, şarkı, ipek giyme, homoseksüellik her toplumda az çok vardır. Peygamberimiz döneminde dahi Lut kavminin yaptıklarını yapan az sayıda insan vardı. Bu durumda şayet hadisi makbul Kabul edersek en güzel yorumu yıkımın mecazi olmasıdır. Hadiste sayılanları yapanlar arttıkça toplum manen yıkılır ve helak olur. Bunun doğal afet olan depremin oluşmasıyla en ufak bir ilişkisi yoktur.

g. Ebu Hureyre, şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (sav), şöyle buyurdu: “Ganimet, muayyen çevrelerin çıkarı yapıldığı; emanet, kelepir ve zekât, cereme sayıldığı; ilim, (Allah’tan) başka gaye için tahsil edildiği; kişi, karısına itaat edip, annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp, babasını uzaklaştırdığı; mescitlerde gürültüler baş gösterdiği; fasık (sapkın) adamın, kabilenin başına geçtiği ve aşağılık kişinin şerrinden korkularak ikramda bulunulduğu; şarkıcı kızlar ve çalgı aletleri türediği; şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonu evvelini lanetlediği zaman… işte o zaman; kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, kılık değiştirme, taşlanma ve ipi kesilen eskimiş bir kolyenin tanelerinin, ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden ‘alametler’ beklesinler.” (Tirmizî, hd. no. 2308) Bu hadis ittifakla zayıftır. Aynı hadis Hz. Ali’den de nakledilmiştir. (Tirmizî, hd. no. 2210) Bu da ittifakla zayıf kabul edilmiştir. Bu hadisin zayıflığı daha fazladır. Zira senedde iki illet vardır: Biri ravi Ferec b. Fadale’nin zayıf olması; diğer ise Muhammed b. Ömer b. Ali ile dedesi Hz. Ali arasında kopukluğun bulunmasıdır. Bazı alimler bu iki hadisin birbirini destekleyebileceğini ileri sürmüştür, fakat Hz. Ali hadisinin çok zayıflığından bu desteğin olamayacağı da söylenmiştir.

Bununla birlikte Hz. Ali tarikinde çok önemli bir farklılık var. Bu tarikin başında Hz. Peygamber şöyle buyurur: “On beş şey vardır ki, ümmetim bunları yaptığında başlarına bela gelir.” “Bunlar nedir?” diye sorulduğunda Hz. Peygamber aynı şeyleri sayar. Ebu Hureyre tarikinde deprem ve yere batırmalardan bahsedilmiş; burada ise “bela” zikredilmiştir. Bu, önemli bir farklılıktır. Zira burada sayılanların bela olması, yani musibet ve sıkıntılara yol açması gayet tabii iken bunların depreme yol açması mümkün değildir. Bu durumda şayet hadisi makbul sayarsak “bela” lafzının geçtiği tariki kabul etmemiz gerekecektir. Deprem, zelzele lafzının geçtiği tarikte anlaşılan o ki, manayla rivayetten kaynaklanan bir ravi tasarrufu olmuştur. Yine de –dediğimiz gibi- hadisin aslının zayıf olduğunu unutmamak lazım.

h. Abdullah b. Ömer, Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle söylediğini işitmiş: “Allah bir millete azap indireceği zaman, bu azap o milletin içindeki herkese isabet eder, ama sonra onlar kendi amelleriyle diriltilirler.” (Buhârî, Fiten, 19; Müslim, Cennet, 84) Hadis sahihtir.

Hadisteki azap, helak olamaz. Çünkü geçmiş ümmetlerin başına gelen helakte mü’min ve kafirlerin arasının ayrılması sünnetullah gereğidir. Ama burada salihler de bu azaba düçar oluyor. Demek ki, buradaki azap helak değildir.  Bu hadisi te’yid eden bir ayet de vardır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl, 25) Buna göre musibet herkese gelmektedir. Kıyamet günü ise insanlar niyetlerine göre yargılanacaktır. Hadiste geçen azabın deprem olması da şart değildir. Zaten deprem doğal bir afettir. Hadisteki azap belli ki, Allah’ın bir musibet vermesidir. Kötülükler arttığında Allah, çeşitli musibetlerle insanları hem sınar hem de uyarır. Bu musibetler neler olabilir? Her şey olabilir. Bir düşmanı size musallat edebilir.

Savaşlar çıkabilir. Tabiatı sömürmek sebebiyle dünya yaşanmaz hale gelebilir. Nükleer veya biyolojik silahlarla insanlık yok edilebilir. Ülkeler birbirlerini tehdit ederek köleleştirebilir. İnsanlar, hak karşısında duyarlılıklarını kaybedebilir, batıla sarılabilir. Fertler ve toplumlar asla birbirini anlamaz, birbirlerine tahammül etmezler. Birbirlerini sömürür, paylaşmazlar. Bir salgın ortaya çıkabilir. Dünya çapında ekonomik krizler yaşanabilir.  Krizler artık küreselleşebiliyor. Bunların hepsi birer musibettir, illa başımıza taş yağması gerekmez.

Burada bir mesele vardır. Alimlerimiz şu soruya cevap aramışlardır: Umumi bir azabın gelmesinin şartları var mıdır yoksa her halde mi gelir?

Yukarıdaki hadislere tekrar baktığımızda Allah’ın zulüm, sömürü vs. sebebiyle umumi bir azap (yani, sıkıntı, bela, musibet) göndereceği anlaşılmaktadır. Ancak bu azabın iki şartı olduğu ifade edilmektedir:

a. Aralarında günahın açıkça işlenmesi gerekmektedir. Açıkça işlenmezse günah kişiyle kalır. Umumi azap vaki olmaz.

b. Emr-i bi’l-ma’rufa gücün yetmesi gerekir. Güç yoksa azap umumi olmaz. Güç, bazen eldir, bazen dildir, bazen de zayıf olsa da kalptir. Güç yetip de emr-i bi’l-ma’uf yapılmazsa işte o zaman azap umumi olur.

Buraya dikkat edelim. Emr-i marufa güç yetiyor, ama hiç kimse yapmıyor. Böyle bir topluma Allah musibet gönderir, deprem değil. Musbitler çok çeşitlidir. O toplumun ahlakı terketmesi musibet değildir de nedir? Ahlaksızlığın yayılması en büyük musibettir. Bu, o topluma vurulan rahmanî bir tokattır. Anlayalabilen anlar, anlayamayan çöker gider. Tabii şunu da ilave etmek gerekir: Şu anda az veya çok her bölgeden şu veya bu vasıtayla emr-i bi’l-ma’ruf yapılıyor. Dolayısıyla emr-i bi’l-ma’ruf yapıldığı sürece Allah’ın böyle umumi bir musibet vermesi düşünülemez. Bugün Türkiye’de hamd olsun emr-i bi’l-ma’ruf yapılıyor. Dolayısıyla başa gelen musibetleri bize verilen bir ceza olarak düşünmek gerekmez. O halde başa gelen bu musibetleri imtihan olarak değerlendirmek lazımdır. Musibetler bazen bir imtihan vesilesidir.

Şimdi ise konuyla ilgili ayetleri inceleyelim:

a. “Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helak ettik. Biz onları günahları sebebiyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” (En’am, 6)

Bu ayette yüce Allah, geçmiş kavimlere verdiği nimetleri hatırlatmakta ve bu nimetlere nankörlük edip Allah’a isyan edenlerin sonunda helak olduklarını haber vermektedir. Ayette “günahları sebebiyle” şeklinde gelen ifadeden kasıt zina, kumar, içki, yalan vs. gibi günahlar değildir. Bu milletlerin asıl günahı şirk, küfür ve inkardır. Böyle olunca helakı hak etmişlerdir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Geçmiş topluluklara günahları yüzünden uyarı yapan Allah, günümüz toplumlarına neden yapmasın? Yoksa kendimizi günahlardan arınmış bir toplum mu görüyoruz?” Günümüz toplumlarına da elbette uyarı vardır. Çeşitli vesilelerle eski milletlerin hayatları ve âkıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulümleri, azgınlaşıp isyan etmeleri yüzünden helâk edildikleri ve böylece tarih sahnesinden silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini felâketlerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri istenmiştir. Ancak bu uyarıyı dinlemeyenlerin helak edileceği bildirilmemiştir. Aksine bu ümmetten –daha önce gördüğümüz gibi- helak kaldırılmıştır. Bu ümmetin helakı kıyamet olacaktır. Bu durumda kıyamet hatırlatılarak bir uyarı yapıldığı söylenebilir. Ama ne olursa olsun, bu ümmet içinde deprem ve yere batırma gibi salt günah işlemeleri sebebiyle bir ceza tehdidi yapılmamıştır.

b. “De ki: ‘Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizi muhalif gruplara ayırıp birbirinize güçlerinizin acısını tattırmaya kādirdir.’ Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” (En’am, 65)

Burada söz konusu azap muhtemelen geçmiş ümmetlere verilen helak olayıdır. Ancak azabı genelleştirmek de mümkündür. İnsanları bir belâdan kurtaran Allah, başka bir veya birçok belâya uğratmaya; onlara “üstlerinden veya ayaklarının altından” yani gökten ve yerden türlü felâketler göndermeye; hatta onların ihtiraslarını birbiriyle çatıştırarak, değişik mezhep, fırka gibi gruplara ayırarak birbirleriyle çarpışmalarını, savaşmalarını sağlamaya da kadirdir. Geçmişte insanoğlu beklemediği, ummadığı birçok semavî ve dünyevî felâketlerle karşılaşmış, şimdi de karşılaşmaktadır. İnsanoğlu, Allah’ın koyduğu kanunlardan sapmanın bedeli olarak, bizzat kendi eliyle ortaya çıkardığı umulmadık belâlara da duçar olmaktadır. Doğal afetler de ancak uyarı niteliğinde olabilir. Herhangi bir günahın sonucu değil de uyarı ve ibret niteliğinde… Nükleer felâketler, çevre kirlenmesi, tabiat düzeninin bozulması; ihtiraslardan veya ideoloji ayrılıklarından, din ve mezhep ayrılıklarından, ırkçılıktan ve bölgesel çıkar hesaplarından kaynaklanan ve kısa sürelerde yüz binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına, sakat düşmesine, aç ve açık kalmasına, ülkelerin harap olmasına yol açan savaşlar bu belâlardan bazılarıdır.

c. “Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur. Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’adır. Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş! Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız! Onlardan öncekiler de (dinimi) asılsız saymışlardı; ama verdiğim ceza da nasıl olmuştu?” (Mülk, 15-18)

15. âyette belirtilen imkânların iyi değerlendirilmesi gerektiği yönünde ikazlar içeren bu âyetlerde insanların, yeryüzündeki nimetlerden yararlanırken azgınlık ve taşkınlık göstermemeleri gerektiğine, aksi takdirde yeryüzünde şiddetli felâketlerin, yıkımların vuku bulacağına, böylece Allah’ın gönderdiği uyarıcıyı (peygamber), onun uyarılarını önemsemeyenlerin şiddetle cezalandırılacaklarına dikkat çekilmektedir. Nitekim 18. âyette de geçmişte gerçekleri yalan sayanların bu şekilde cezalandırıldığı hatırlatılmaktadır (krş. Kasas, 81; Hâkka, 6-8).

d. “Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi? Dilesek onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Kuşkusuz bütün bunlarda Allah’a yönelen her kul için alınacak bir ders vardır.” (Sebe, 9)

Ayetin geçmiş milletlerin helakından bahsettiği açıktır. Allah dilersek sizi de yerin dibine geçiririz, buyurarak müşrik toplumu uyarmaktadır. Ama Allah bu toplumu helak etmeyi dilememiş, helakı kıyamete ertelemiştir.

e. “Peki O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.” (İsra, 68)

Üstteki ayette sözü edilen durum burada da geçerlidir. Olay geçmiş kavimlerin helakıyla ilgilidir.

Şu ayet de önceki milletlere verilen cezayı ifade etmektedir: “Bunlardan öncekiler de tuzak kurmuşlar, ama Allah da onların evlerini temellerinden sökmüş, üstlerindeki tavan tepelerine inmiş, böylece hiç farkında olmadıkları bir yerden kendilerine ceza ansızın gelmişti.” (Nahl, 26)

f. “Kavminin inkârcı ileri gelenleri, “Eğer Şuayb’a uyarsanız o takdirde siz mutlaka hüsrana uğrarsınız!” dediler. Nihayet o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında yere serilip kaldılar.” (A’raf, 90-91)

Medyen’in inkârcı ve baskıcı eşraf takımı, halkı Şuayb’a inanmamaları hususunda uyarıp tehdit ederken, asıl kendileri hak ettikleri büyük felâkete uğramışlar; bu dünyada öyle bir topluluk yaşamamış gibi yok olup gitmişlerdir. Burada söz konusu olan hadise geçmiş milletlerin helak edilmesidir. Yoksa maksat işlenen günahlar sebebiyle bu ümmeti deprem ile cezalandırmak değil. Aynı durum Salih Peygamberin kavmi için de geçerlidir. Allah şöyle buyurur: “Büyüklük taslayanlar ise, “Biz de sizin inandığınızı inkâr ediyoruz” diye karşılık verdiler. Derken, o deveyi keserek öldürdüler, böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!” dediler. Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı/deprem yakaladı da yurtlarında yere serildiler.” (A’raf, 76-78) Burada da helakten bahsedilmektedir.

g. “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şura, 30)
Bu ayetlerde deprem, zelzele, sarsıntı lafızları değil, musibet lafzı geçer. Musibet kelimesi ”istenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelir. İnsanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek evrendeki fiziksel ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. Fakat başka âyetlerde hatırlatıldığı üzere bütün insanlar kusurlarının tamamından dolayı dünyada bire bir cezalandırılmış olsa dünya altüst olurdu; işte âyetin devamında yüce Allah’ın bunların birçoğunu affettiği, başka bazı âyetlerde de nihaî hüküm ve cezanın âhirete ertelendiği ifade edilmiştir.

Bu ve bunun gibi ayetler insanların iradelerini aşan doğa olaylarına değil bizzat kendi özgür iradeleriyle ortaya koydukları amellerin sonuçlarına işaret eder. İnsanlar kendi yaptıkları yanlışlar/zulümler ve kötülüklerin sonuçları olarak krizlere, cinayetlere, katliamlara vb. musibetlere kendileri yol açarlar. O zulümlerin sorumlusu Allah değildir.

Bir de kul eliyle yaşanan ekolojik ifsad sebebiyle tetiklenen doğal felaketler vardır: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı (düzen bozuldu), ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rûm, 41)

Bugün itibariyle küresel iklim değişikliği sebebiyle boyutları daha da artan kasırgalar, yangınlar, biyolojik ve nükleer savaş riskleri bu kapsama girer. Örneğin Avustralya’da daha fazla kâr hırsıyla eko-sistem tahrip edilmiş çıkan doğal yangına müdahaleye de kazanç getirmediği için zayıf kalınmıştır. Koala, kangru ve develer de maliyet hesapları sonrası insan iradesiyle ölümlerine hükmedilmiştir. Örneğin Çin’in Wuhan kentinde patlak veren Korona virüsü insanların özgür iradeleriyle işledikleri virüslü habis hayvanların yenmesi sebebiyle bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştür. Örneğin daha fazla kazanma hırsıyla yapı denetimleri gözardı edilerek binalar inşa edilmekte depreme karşı hazırlık yapılmamakta ve sonuç olarak ölümler artmaktadır. Çünkü Allah’ın yasaları ayrım yapmadan işler. O yasalara direnmek yerine o yasalarla uyumlu hareket etmek gerekir. Demek ki, sağlam binalar yapmak gerekir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, konu itikadın temel meselesi olmsa bile fer’î bir meselesidir. Böyle bir konuda delaleti açık, sübutu kesin olmasa bile zannî galip oluşturacak bir delile ihtiyaç vardır. Hadislere baktığımızda günah ile deprem arasında açıkça irtibat kuran rivayetlerin olduğunu görüyoruz., ancak onların çoğu zayıftır. Makbul olanları ise delaletleri kesin olmayıp farklı yorumlanmaya müsaittir. Onlarda işlenen günahların depreme sebep olduğu ifade edilmemektedir. İnsanların kendi elleriyle işledikleri günahlar sebebiyle ferdî ve sosyal bir takım buhranlara, musibetlere, krizlere düçar olacaklardır.  Yani işlenen büyük günahlar ferdî sosyal, hatta tabiatın bozulması gibi krizlere yol açabilir. Zina, faiz, kumar, yalan, aldatma, hile gibi büyük günahlar elbette belli buhranların sebebidir. Buna binaen denilebilir ki, büyük günahlar sebebiyle belirli musbitlere düçar olmak mümkündür. Ama bu böyle günahların sonucu depremlerin meydana geldiğini söylemek mümkün değildir. Depremler, günahların sonucu; günahlar da depremin sebebi değildir.

Aynı şekilde deprem, yer sarsıntısı, yere batırılma gibi ayetlerde de işlenen hususlar, günahların bunlara sebep verdiği anlamında değildir. Bunlar, inkar ve günahlarında ısrar eden kavimlerin sünnetullah gereği helak edilmeleri, yok edilmeleri anlamındadır.  Zatem bu ayetlere iyice bakıldığında hep geçmiş milletlere verilen helak cezasından bahsettikleri hemen anlaşılır. Musibet kelimesinin geçtiği ayetler ise bir uyarı niteliğindedir. Allah musibetlerle imtihan da etmektedir. Ayrıca musibeti iki kısma ayırmak mümkündür:

1. İnsanın kendi eliyle sebep olduğu musibetler, acılar, felaketler

2. İnsanın sebep olmadığı doğal musibetler, acılar ve felaketler.

Birincisi gayet anlaşılabilirdir.  İkincisi de aslında anlaşılabilirdir.  Örneğin deprem bir yönüyle doğa olayı ise de diğer yönüyle bir musibettir, acıdır. Sonuç olması itibariyle imtihandır. Hastalık bir musibettir. İlla ona bir günahın sebep olması gerekmez. Ama hastalık sonuç itibariyle bir imtihandır. İnsanın denizde boğulması bir musibettir. Bu musibete illa o kişinin günahının sebep olmamız gerekmez. Ama sonuç itibariyle bu musibet bizim imtihanımızdır. Onun için depreme “doğal afet” denmektedir. Dolayısıyla insanlar kendi elleriyle depreme sebep olmasalar da insana isabet etmesi, acı vermesi yönüyle depremler uyarıcı mahiyettedirler, imtihan vesilesidirler, ders ve ibretlerle doludurlar. Uyarıcı olması yönüyle rüzgarların, fırtınaların, sellerin, yangınların, şimşeklerin, yıldırımların, ay ve güneş tutulmasının depremden bir farkı da yoktur.

Tarih:Yazılar

Tek Yorum

  1. İsa onay İsa onay

    Sayın hocam,
    Delillere dayalı gayet açıklayıcı bir değerlendirme olmus. Allah razı olsun. Allah ilminize ve kaleminize bereket versin, size de sağlık ve afiyet versin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir