Önce “akleden/fıkheden kalp”le ilgili ayetlerden bir kaçını yazalım:
“Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki akledecek kalplere yahut işitecek kulaklara sahip olsunlar! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac, 46)
“Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (Araf, 179)
Şu iki ayette ise “akleden kalp” formunda bir kullanım olmasa da onu çağrıştıran bir anlatım vardır:
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Büyük bir azap onlar içindir.” (Bakara, 7)
“Hâlâ Kur’an üzerinde derin derin düşünmeyecekler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)
Şimdi soralım: Düşünmenin/akletmenin merkezi neresidir? Kalp midir, beyin midir? Kalp ve beyni birbirinden ayırmak zorunda mıyız yoksa merkezde kalp olsa da birbirini tamamlayan süreçler olarak mı anlamalıyız? “Akleden kalp” ifadesinde tek bir olgudan mı yoksa birbirini tamamlayan iki olgudan mı bahsediliyor? “Akleden kalp” tek bir cevherden mi yoksa bir cevher ve onun arazından mı oluşmakta, bir cevher ve onun niteliğini mi ifade etmektedir?
Modern bilim, düşünmenin merkezini büyük ölçüde beyne indirger. Beyin, sinir sistemi aracılığıyla bilişsel süreçlerin ve düşünmenin yürütüldüğü yerdir. Özellikle prefrontal korteks, mantık, muhakeme, planlama ve problem çözme gibi süreçleri üstlenmiştir.
Geleneksel olarak birçok felsefî anlayış, düşünmenin merkezinin ruh olduğunu savunur. Özellikle İslam felsefesinde nefs (ruh), akıl ve düşünme süreçlerinin kaynağı olarak görülmüştür. Farabi ve İbn Sina gibi düşünürler, aklı ruhun bir yetisi olarak tanımlamışlardır. Onlara göre düşünme, ruhi bir faaliyettir ve bedensel organlar bu sürecin araçlarıdır. Descartes gibi filozoflar ise zihni (ruh) ve bedeni (beyin dahil) ayrı iki töz olarak görmüş, düşünmenin özünde zihinsel bir süreç olduğunu ileri sürmüştür.
Dinî bakış açısına göre ruh, bedenin yönetici ilkesi ve düşüncenin asıl kaynağıdır: Kur’an, insanın düşünme yeteneğini hem akıl hem de kalp (içsel bir derinlik) üzerinden açıklar. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi “Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki akledecek kalplere yahut işitecek kulaklara sahip olsunlar! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac, 46) ayeti, düşünmenin kalp/ruh boyutuna işaret eder. İslam âlimlerine göre beyin, ruhun bir aracı veya düşüncenin bedenle bağlantısını sağlayan bir mekanizmadır.
Dinî bakış açısına göre denilebilir ki, düşünme sadece beyinle veya sadece ruhla gerçekleşen bir olgu değildir. İkisi birlikte olunca düşünme eylemi ortaya çıkmaktadır. Ruh, düşüncenin metafizik boyutunu, beyin ise fiziksel boyutunu yansıtır. Ruh düşünmenin merkezidir, ancak beyin olmaksızın düşünce açığa çıkmaz. Beyin, düşünmenin aracıdır. Bu durumda acaba “akleden kalp” ifadesinde bu olgu birleştirilmiş olamaz mı? Akletmek beynin fonksiyonu, diğer bir ifadeyle akletmek düşüncenin fiziksel boyutu; kalp ise düşüncenin görünmeyen merkezi, metafizik boyutu, denilemez mi?
Bence denilebilir. Akletmek beyinle ilgilidir, ama akletme sürecinin nihayete ermesi beyne indirgenemez. Beyinde gerçekleşmeyen, ruh olmazsa akletme işleminin tamamlanamayacağı temel noktalar vardır. Bunu biraz açalım:
Beyin, düşünce süreçlerinin fiziksel zeminini oluşturur. Sinir hücreleri (nöronlar), düşüncenin biyokimyasal altyapısını sağlar. Nörotransmitterler, sinaptik bağlantılar ve elektriksel uyarılar, beynin bilgi işleme görevini yerine getirdiği mekanizmalardır.
Beyin, duyular aracılığıyla dış dünyadan bilgi alır, bu bilgiyi işler ve anlamlandırır. Örneğin, görme, işitme, dokunma gibi duyular sayesinde dünyayı kavrarız.
Modern nörobilimde, bilinç ve düşünce gibi kavramlar büyük ölçüde beyindeki farklı bölgelerin işlevleriyle ilişkilendirilir. Örneğin:
Prefrontal korteks: Mantık yürütme ve planlama.
Limbik sistem: Duyguların düşünceye etkisi.
Ancak beyin, mekanik bir organ olarak, tek başına bir “niyet/irade” veya “anlam/değer üretme” gücüne sahip değildir. İşte burada manevi boyut devreye girer.
Ruh, insanın derinlikli düşünme, anlam arayışı ve ahlaki muhakeme süreçlerini yönlendiren metafizik bir boyuttur. Ruhun etkisiyle insan, maddi dünya ötesindeki kavramlara yönelebilir: Ahlak, adalet, güzellik, maneviyat gibi soyut gerçeklikleri anlamaya çalışır.
Ruh, insana bilinç ve özgür irade kazandırır. Beyin, duyularla dış dünyadan veri alırken, ruh bu veriyi anlamlandırır ve niyetlerle harmanlar.
Örneğin, iki insan aynı görüntüyü görebilir (beyin aracılığıyla), ancak her biri o görüntüye farklı anlamlar yükleyebilir. Bu, ruhun yorumlayıcı ve manevi katkısıdır.
Bir insan bir problemle karşılaştığında, düşünce süreçlerini şu şekilde görebiliriz:
Beynin Rolü: Problemi analiz eder, olası çözümleri hesaplar ve geçmiş deneyimlerden faydalanır. Örneğin, bir matematik problemini çözmek için beynin mantıksal işlevleri devreye girer.
Ruhun Rolü: Bu çözümü hangi amaçla yapacağını belirler. Örneğin, bir kişiyi kurtarmak, iyilik yapmak veya zarar vermek gibi niyetler ruhun etkisiyle belirlenir. Aynı problem farklı niyetlerle çözülürse sonuçlar farklı olabilir.
Beyin, ruhun belirlediği niyetleri hayata geçirmek için araç görevi görür. İşte bu noktada beyin/akıl ve ruhun birlikteliği ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısına göre ruh ve beyin birbirinden bağımsız değil, sıkı bir iş birliği içinde çalışır: Beyin, ruhun dünyaya yansımasını sağlar. Ruhun niyet ve düşünceleri beyin yoluyla ifade edilir. Örneğin, bir insanın dua etmesi ya da bir fikir üretmesi ruhun bir etkisidir, ancak bu süreç beyindeki bilişsel mekanizmalarla somutlaşır. Ruh, beyinden aldığı veriyi anlamlandırır ve derinleştirir. Bir çiçeği gördüğümüzde beynimiz şekil, renk ve boyut gibi fiziksel bilgileri işlerken, ruh bu çiçekle ilgili estetik ya da manevi anlamları ortaya koyar. Karar alma süreçlerinde de bu etkileşim gözlemlenir. Bir kişi, bir davranışı ahlaki bir temele dayandırabilir (ruhun etkisi) ama bu ahlakiliği pratikte uygulayabilmek için beyin aracılığıyla analiz ve plan yapar.
Somut bir örnek üzerinden bunu açabiliriz: Yardım etme kararı.
Bir sokakta yürürken karşınıza yardıma ihtiyacı olan bir kişi çıktığını düşünelim. Kişi aç olduğunu söylüyor ve sizden yemek istiyor. Bu durumda beynin ve ruhun nasıl birlikte çalıştığını inceleyelim:
Beynin Rolü: Durumu algılama ve analiz
Duyusal veri işleme: Gözleriniz yardıma ihtiyacı olan kişiyi görür, kulaklarınız konuşmalarını işitir. Beyin bu duyusal verileri toplar ve işler.
Durumu tanımlama: Beynin prefrontal korteksi, gördüğünüz sahneyi analiz eder ve “Bu kişi aç ve yardım istiyor” sonucuna ulaşır. Bu süreç, daha önceki deneyimlerinizden ve öğrenilmiş bilgilerinizden faydalanır.
Ruhun Rolü: Değerler ve niyet belirleme
Manevi ve Ahlaki Yorum: Beynin size sunduğu durumu ruh (veya bilinç) değerlendirir. Yardım etmek mi, görmezden gelmek mi gerektiğine dair ahlaki bir muhakeme başlar. Örneğin, vicdanınız bu kişiye yardım etmenin doğru bir davranış olduğunu söyler.
Duygusal Etki: Ruh, merhamet, şefkat ve empati gibi hislerle duruma duygusal bir anlam yükler. “Eğer yardım etmezsem, bu kişi aç kalacak” düşüncesi ruhi bir yansıma olabilir.
Beyin ve Ruhun Etkileşimi: Karar alma
Niyetin beyne yansıması: Ruh, yardım etmeye karar verdiğinizde niyetinizi beyne iletir. Bu kararın sonucunda beyniniz, nasıl yardım edeceğinizi planlamaya başlar.
Örneğin, “Yakındaki bir fırından ekmek alıp bu kişiye vereyim” gibi bir çözüm üretir.
Pratik Planlama: Beyin, bu niyeti gerçekleştirmek için gerekli adımları planlar:
“Fırına gitmek için hangi yoldan geçeceğim?”
“Cüzdanımda yeterli para var mı?”
Bu süreçte beyninizin mantık ve hareket kontrolüyle ilgili bölümleri (örneğin motor korteks) devreye girer.
Ruh ve beyin arasındaki iş birliğinin özeti şudur: Beyin; algılar, analiz eder, plan yapar ve eylemi uygular. Ruh; durumu ahlaki ve manevi olarak değerlendirir, niyet ve anlam belirler, değer üretir. Sonuç: Beyin ve ruh birlikte çalışarak insanın hem maddi hem de manevi boyutlarını ortaya koyan bir davranış üretir.
Bu örnek, insanın sadece biyolojik bir varlık olmadığını, manevi boyutunun da hayatındaki karar ve davranışlarda etkili olduğunu gösterir. Yardım etme kararında olduğu gibi, insanın bilinçli ve anlamlı eylemleri ruh ve bedenin bir bütün olarak işlemesiyle mümkün olur.
Bütün bunların sonucu aslında şudur: Değerler, ruhta depolu anlamlardır. Hatta ruh demek değerler toplamıdır desek yeridir. Merhamet, sevgi, adalet, özgürlük vs. böyledir. Mesela, merhamet, ruhta depolu bir değerdir. Bu değerin beynin sinir sistemi ile, beynin üretimi ile en ufak bir ilişkisi yoktur. Beynin üretimi ile ilişkisi olan nokta, bu değerin maddi unsurlarla birleştiğinde ortaya çıkan şeydir. Bir yetime merhamet, bir fakire merhamet, bir garibe merhamet, anne babaya merhamet, ruhta depolu bulunan bu değerin beyin yoluyla maddi alemdeki bu sayılanlara ulaştırılmasıdır. Beyin bu değeri üretemez ancak var olan bu değeri organize eder.
Aynı şeyi sevgi için de söyleyebiliriz. Sevgi ruhta depolu olan bir değerdir. Bu değerin beynin kimyasal salgılaması ile üretilen bir boyutu yoktur. Beynin kimyasalları ile ilişkili olan boyut, bu değerin madde alemindeki unsurlarla birleştirilmesidir. Allah’a, peygambere, anne babaya, akrabaya, eşe dosta, lidere, vatana duyulan sevgi, ruhta depolu bulunan bu değerin, beyin yoluyla madde alemindeki bu sayılanlara ulaştırılmasıdır. Beyin bu değeri üretemez fakat var olan bu değeri organize eder.
Eğer durum böyleyse, “akleden kalp”, “kavrayan, fıkheden kalp” bu birlikteliği yansıtıyor olamaz mı? Burada aklı, beyin anlamında kullanıyoruz. Yoksa aklın, geleneksel olarak tamamen ruh anlamında veya ruhun bir yansıması olarak algılandığı söz konusudur ki, orası şimdilik bizi ilgilendirmemektedir. Burada akıl ve kalp farklı kullanıldığına göre, daha doğrusu biri isim biri eylem olarak birbirini tamamlayan unsurlar olarak kullanıldığına göre böyle bir yoruma gitmek durumunda kalıyoruz. O halde “akleden kalp”deki akla beyin, kalbe ruh demek mümkündür. Yukarıda beynin süreçlerini dikkate aldığımızda dikkat edilirse aklın süreçleri tarif ediliyor gibidir. O halde beynin işleyiş tarzını akletme olarak anlayabiliriz. Ancak anlam/değer üretmek açısından bu akletme yeterli değildir. Kalbe de ihtiyaç vardır. Hatta kalp olmazsa nihaî karar verilemeyecek, anlam da üretilemeyecektir. Dahası değer olmadığı için anlamdan bile bahsedilemeyecektir. Yukarıda ruhun özellikleri veya anlam üretme süreçleri olarak anlatılan hususları da kalbe hamledebiliriz. Beynin algılama süreçleriyle yetinilirse nihaî anlam üretilemeyecektir. Evet, bir tür anlam üretilecektir, ama bu anlam çok basit ve madde ile sınırlı olacaktır. Zira beynin algılama süreçleri maddi nesnelerle sınırlıdır. Bu noktada ruhun anlam üretme süreçleri devreye girmektedir, girmelidir. Ruh, değerlerin deposudur; anlamın kendisidir. Beynin algılama süreçleri perdelenirse nesneleri doğru algılayamaz; aynen öyle, ruhun anlam üreten süreçleri perdelenirse de manevi/gaybî hakikatleri doğru idrak edemez; gaybî hakikatler yeryüzüne inip insanla birleşemez. Bu hakikatler insanla birleşmediğinde insanın neye dönüşeceğini varın siz hayal edin!
Sonuç olarak şöyle denilebilir: Akleden kalp, beynin algı süreçlerini tamamlayıp anlam ve değer üretmeyi, diğer bir tabirle değerleri kabul edip yansıtmayı ifade etmektedir.
“Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki akledecek kalplere sahip olsunlar!” Onlar ibret nazarıyla dolaşmadıkları için beyinsel süreçleri tamamlayıp anlam üreten bir ruha sahip değillerdir. Yine “Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar.” Onların anlam üreten ruhları vardır ama bu ruhlarıyla hakikat arasına perde koydukları için idrakten yoksundurlar. Kalplerin mühürlendiğine dair ayetleri de bu çerçevede anlamak mümkündür. Anlam üreten ruh, idrak eden ruh, hakikat ile kendi arasına perde girdiğinden dolayı anlam üretemez hale, idrak edemez hale gelmiştir. Sadece “akletmiyor musunuz?” şeklinde kalbin kullanılmadığı ayetleri de böyle anlayabiliriz. Akletmiyor musunuz, demek beynin algılama süreçleriyle yetinin demek değildir. Her ne kadar burada kalp kullanılmıyorsa da arkasında o da vardır. Akletmiyor musunuz, ifadesinin anlamı şudur: Neden beynin algılama süreçlerini tamamlayıp anlam/değer üretme aşamasına geçmiyorsunuz?
Burada son bir şey olarak akle gelebilecek bir hususa işaret edelim: Beynin algılama süreçlerini tamamlayanlar, yani akledenler olabilir. Bu durumda bunların hakikatle buluşması gerekmez mi? Örneğin nice bilim adamı iman etmemiştir. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Evet, burada beyin çalıştırılmış, beynin algılama süreçleri tamamlanmıştır. Ancak sonrası anlam üreten ruha havale edileceğine o ruh tamamen devre dışı bırakılmıştır, bu anlama umursanmamış ve yok sayılmıştır. Bu da ruhun anlam üretmesine bir engel, bir perde teşkil etmektedir. Şayet kişi algı ve anlam üretme süreçlerini hakkıyla tamamlarsa hakikatle buluşması kaçınılmazdır.
İlk Yorumu Siz Yapın