İçeriğe geç

AYDINLANMA’NIN DÜŞÜNDÜRTTÜKLERİ

İngiliz, Fransız, Alman gibi farklı Aydınlama türleri bir yana genel olarak Kant’ın Aydınlanma anlayışına bakarsak modern dünyanın pek çok meselesinin anlaşılabileceği kanaatindeyim. Kant’ın, Aydınlama nedir, sorusuna verdiği bir cevap var. Önce ne diyor ona bakalım:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkalarının  kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!’ sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.”

Bu metin ilk bakışta “otorite”yi dışlar gibidir. Aslında “gibi”si fazla. Zira “otorite” gerçekliğin önünde engeldir. Nesnel bilgiyi elde etmede bilimsel metodu kullanmayıp “otorite”nin dediğiyle yetinmek aklı kullanmamak demektir. Oysa “otorite”ler de yanılır, yanlış yapar. “Otorite” aklı esir almamalıdır. Alıyorsa o otoriteyi reddetmek gerekir. Eğer reddedilmiyorsa akıl henüz çocukluk çağındadır. Ergen olduğunda bilimsel metodun karşısındaki her türlü “otorite” kendiliğinden yok olacaktır. Çünkü akıl, tüm eylemlerine artık kendisi karar vermektedir. “Otorite” yerine veya yanına “inanç” kelimesini  de koyabilir miyiz? Muhtemelen koyabiliriz. Bu durumda Aydınlanma tüm inançlardan kurtulma, özgürlük anlamına gelecektir. Bu durumda ergen aklının karşısında cesaret bulduğu şey “inanç” olacaktır. Otorite olsun, inanç olsun buradaki “kurtulmak” bir merhalenin adı olmalıdır. Yani yükselişteki bir merhalenin. Çocukluk aklından ergenlik aklına yükseliş. Bu “kurtulmak”ın prangalardan kurtulmak anlamına gelmesi de muhtemeldir. Ancak prangalardan kurtulmak olsa bile içinde yükselişi barındırmaktadır. Bu durumda ilk aşama prangalardan kurtulma, sonra aklı kullanarak yükselme söz konusu olacaktır. O zaman denilebilir ki, Aydınlanma’da insan davranışlarının temel rehberi inanç, gelenek veya otorite değil, akıldır. Onun içindir, Aydınlanma “Akıl Çağı” olarak adlandırılmıştır. Ancak bugün Aydınlanmanın yorumlanmasına yönelik teşebbüsler devam etmektedir.

“İnanç”lardan kurtulmak isteyen akıl Tanrıtanımaz olmak zorunda mı? Yani bu kurtuluş Tanrıyı red anlamına gelir mi? Burada ciddi tartışmalar var. İnançların rehberliğinden kurtulmanın ateizme yol açtığı vakıası da söz konusudur. Ancak bunun kesin böyle olduğunu söylemek daha derin araştırmaları gerektirir. Bu bir yana şu rahatlıkla söylenebilir: Aydınlanmanın mutlak olarak dine karşı olduğu söylenemez belki ama kilise karşıtlığı açıktır. Çünkü Aydınlanmacıların çoğu kiliseye düşman olmakla birlikte, Tanrı’ya olan inançlarını korumuşlardır. O halde aklı esas almak ateizmle sonuçlanmak zorunda değildir. Tabii dönemin genel atmosferi içinde böyle olanlar da vardır muhtemelen, ama bunlar sosyal bir hareket olarak varlık gösterememiş ve tekil örnekler olarak kalmışlardır. Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Bu Aydınlanma’da Tanrı’nın rolü nedir? Tanrı, topluma müdahale edebilmekte midir? Tanrı bir ilke veya bir kavramdır ya da sadece bir iman nesnesidir o kadar. Zira Tanrı’nın aklımıza veya aleme azıcık dahi müdahalesini kabul etmek Aydınlanma’nın “kurtuluş” ilkesiyle çelişir. Çünkü yeryüzünde olan herşey aklın süzgecinden geçerek anlamlı veya kabul edilebilir hale gelmek zorundadır.  Tanrı’nın en ufak bir şeyini kabul ettiğimde bu, aklımı o konuda bir kenara koymuşum demektir. Bu da kabul edilebilecek bir şey değildir. Ancak Tanrı sadece ilke veya kavram olarak kalırsa aklın önünde bir engel olmaktan da çıkar. Bu durumda “inanç”a karşı aklı konumlandırmak Tanrı’yı red için değildir. Toplumda inancı tekellerinde tutan kesimlerin kendi belirledikleri “inanç”larına karşı bir isyandır. Bu anlamda tabir-i caizse beşerî düşünce kendini “inanç” haline getirmiş, başkaları üzerine “otorite” kurmuştur. Bu durumda aklın inanca karşı zaferi, inancın beşer elinde otorite olmasına karşı, diğer bir ifadeyle inancın tahakküme dönmüş haline karşı bir zaferdir. Batı tarihinde böyle, fakat bize adapte edildiğinde ne olacaktır? İnanç ve düşünce, bunlara paralel otorite mefhumları ve aralarındaki ilişki mutlak olarak Batıdaki gibi seyretmemiştir. Bununla birlikte bu mefhumlar etkileşim yoluyla İslam dünyasına taşınmıştır. İslam dünyasına baktığımızda birebir Batıda olanların yaşandığını ve öyle inanıldığını söylemek zordur. Ama etkilenme kaçınılmaz olmuştur. Belki de bu anlayışın İslam dünyasına adapte edilmesinin ilk sonucu budur: Otoritenin reddi. Peygamber otoritesinin reddi, hadisin reddi, ashabın dindeki otoritesinin reddi, hüküm kaynağı olarak icmanın reddi, alimin reddi, mezhebin reddi, kaynak dili Arapçanın reddi vs. Kısaca otorite sayılabilecek tüm kaynakların reddi. Tanrı’nın reddi, bir otorite olarak dar kesimler hariç söz konusu olmamıştır, ancak Tanrı, felsefî düşünceye bağlı olarak bir kavram haline getirilmiştir. Tanrı soyut bir ilke olarak kalmıştır. Aslında bu dahi, Tanrı’nın bizim üzerimizdeki “otorite”sinin reddi anlamına gelmektedir.

Evet, bu metin aydınlanma ile ilgili epey bir ipucu vermektedir. Bundan neler anladığımızı, ne tür sonuçları doğurduğunu maddeler halinde irdeleyelim:

  1. Bir kere buradaki akla vurgu ile Kur’an’ın akla vurgusu birbirine karıştırılmamalıdır. Mesela Kur’an’daki ” Allah pisliği akıllarını kullanmayanlara boca eder (yani Allah, azabı akıllarını güzelce kullanmayanlara verir).” (Yunus, 100) ayeti tam da Aydınlama’yı tarif ediyor, denemez. Yüzeysel bir bakışla Aydınlanma’nın akıl vurgusuyla Kur’an’ınki örtüşüyor, denilebiir, ama bu, sadece yüzeysel olur. Aralarında tam bir zıtlık var. Kur’an aklı kullanarak Allah’ı bulmaya çağırır. Bunun için Peygamberlerin kılavuzluğuna işaret eder. Aydınlanma ise Peygamber dahil bütün dış kılavuzları reddeder ve hakikati sadece insanın kendine bağlar. Bunun gibi nice kavramımız var. İlim kavramı. Aydınlamanın bilim kavramıyla ilim bağdaşmaz. Benzerlik yüzeydedir.
  2. İnsan akıl, ruh ve bedendir. Bunları kim kullanacak? Batıda insan, yani onun aklı, ruhu ve bedeni üzerinde tahakküm kurulmuştur. Bazen kilise, bazen krallar vs. İnsan akıl, ruh ve bedenine sahip olamamıştır. Çünkü birey değildir. Aydınlamanın akıl vurgusuyla insan birey haline getirilmiştir. Birey olmayan insan özgür olamaz. Özgür olamayan başkasının kılavuzluğuna ihtiyaç duyar.
  3. Aydınlanmanın ergenlik haline benzetilişi ilginçtir. Ergenlik, bir açıdan isyandır. Kimseyi beğenmemektir. Aydınlanma insanı da kiliseye, krallara, akıl dışı her şeye isyan etmiştir, kimseyi beğenmemiştir. “İnsanın kendi suçuyla düştüğü ergen olamama hali” aslî günahı çağrıştırmaktadır. Adem ve Havva’nın işlediği günaha ancak İsa’nın bedeni keffaret olabilmiş, suç böylece temizlenmiştir. Geleneksel dünyada suç, insanı aşan bir merciin kendisinden talebini yerine getirmemektir. Aydınlama’da suç, başkasının talebini yerine getirmemek değil, aklı kullanmamaktır. Akıl, kullanılmaya başlandığı anda keffareti ödenmiştir. O zaman suç, aklı kullanmamak; keffareti ise aklı kullanmaktır.
  4. Aydınlamada akıl, hakikati kavrayabilecek kapasitedir. Daha doğrusu akıl, hakikatin kendisidir. Onun dışında bir hakikat yoktur. Olsa bile o hakikat, bu dünyanın hakikati değildir. O numen dünyasının hakikatidir. Böyle bir şey varsa da bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren fenomen dünyasıdır. Bu dünyanın hakikati fenomenler ve aklın onları kavrama biçimidir.
  5. Peki bu akıl hangi akıldır? Nasıl bir akıldır? İnsanın zaman ve mekanla sınırlı varoluşunu aşan evrensel bir akıl mı yoksa insanın kendi somut tarihsel varoluşu içinde, bu tarihsellik tarafından belirlenen bir akıl mıdır kastedilen? Kant’la birlikte felsefî anlamda aklın, evrensellik ilkesiyle beraber anıldığı bir vakıadır. Akla güvenin sonucu, “evrensel doğrular”ın kabulu olmuştur. Bu anlamda Aydınlanma evrenselci bir paradigmadır. İlerleme anlayışa da Aydınlamadan mirastır. Aydınlanma’da ilerleme zorunludur. Bu zorunluluk yine radikal rasyonalizmden kaynaklanmaktadır. İlerleme, değişmeyi içermektedir. Bu da değişen şeylerin hem zorunluluğunu hem de evrenselliğini ima etmektedir. Bu açıdan değişme, ilerleme ve evrensellik temel parametrelerdir. Peki eğer böyleyse aklın evrensel olması ne demek? Evrensel olan herkeste mevcut olan aklın işleyiş tarzı mıdır? Yoksa evrensel olan Aydınlanma’nın aklı kullanarak vardığı sonuçlar mıdır? Öyle anlaşılıyor ki, Aydınlama, kendi düşüncelerine hem meşruluk hem de mutlaklık kazandırmak için aklı kendi dışında başka her şeyden bağımsızlaştırmıştır. Böylece Batı aklının ulaştığı sonuçlar başka milletler için de vazgeçilmez kılınmıştır.
  6. Aydınlanmanın ilerleme fikrini tamamlayan unsur hümanizm ve iyimserliktir. Temelde “iyi” insan düşüncesinden hareket eden Aydınlanma, kötülüklerin yanlış inanç ve toplumsal koşullardan kaynaklandığını iddia eder. Dolayısıyla da bütün bu kötülüklerin düzeltilebilir veya ortadan kaldırılabilir olduğunu öne sürer. (Mümin Köktaş, 2019. s. 40) Batı felsefesinde insan doğasının neliği ciddi bir tartışma konusudur. İnsan doğası bencil mi, değil mi? Kötü mü, iyi mi? Bu konuda çeşitli fikirler ileri sürüldüğü ve bu fikirlere uygun olarak bir toplumsal örgütlenme ağı kurulduğu malumdur. Anlaşılan o ki, Aydınlanma insan doğası hakkında iyimserdir. Kötülük sadece insan dışındadır. İnsan dışında ise bu kötülükler bilim ve teknoloji eliyle düzeltilebilir. Aydınlama burada dış dünyadaki kötülüklerin oluşumunda insan doğasının etkisini göz ardı etmiştir. Zira kötülük insandan kaynaklanıyorsa burada “neden” şeklindeki sorgulamalarla ciddi bir şekilde metafiziğe kayılabileceği endişesi yatmaktadır. Aydınlanma ise klasik anlamıyla metafiziğe hiç yanaşmak istememektedir.
  7. Batı sanki kendi tarihini bu metin çerçevesinde Aydınlanma’dan önce ve Aydınlanma’dan sonra diye ikiye ayırmış gibidir. Aydınlanma öncesi Batının çocukluk çağıdır. Sonrası işe gelişmişlik, yani ergen olma çağıdır. Aydınlanma, ergen aklını bir taraftan tüm rehberliklerden özgürleştirirken diğer taraftan onu keşmekeşin içine atmakta değil midir? Aklı, ergenin aklına benzetmek nasıl bir şeydir? Ergen aklı bir taraftan özgür, isyankâr; diğer taraftan tecrübesiz, ne yaptığını bilmez, kimseyi dinlemez bir halde değil midir? Bu açıdan Aydınlanma aklı tam da bir ergen aklıdır. Ergen aklıyla olgun aklı aynı mıdır? Peki ergen aklıyla karar vermek ne kadar isabetlidir? Ergen aklının olgunlaşmaya ihtiyacı yok mudur? Aslında ergen aklı bir açıdan bağımsızlığı simgelerken diğer açılardan eksikliği de ima eder. Bir başkası “gerçek Aydınlanma ergen aklının bizi düşürdüğü çukurdan olgun akıl sayesinde kurtulmaktır” dese aklen yanlış bir şey mi söylemiş olacaktır?! Zaten Aydınlanma’nın aklına karşı bu çerçevede farklı çıkışlar da söz konusudur. Tabii bu farklı çıkışlar da yine bir tür Aydınlanma’dır.
  8. Aklı ve bireyi özgürleştirmek insanı ve hayatı kuşatan tüm alanları etkilemektedir. Mesela; ahlak alanında otonomi geçerlidir. Ahlakta iç yasa vardır. Ahlak, bireyin kendi vicdanının ürünüdür. Vicdandan başka yasak koyucu yoktur. Bir davranışın iyi ve ahlaklı olup olmadığına karar verecek olan bireyin kendisidir. Bireyin kendi dışında ona ahlak öğütleyecek başka yüce bir merci olamaz. Özetle birey neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmede tek başına yeter durumdadır. İslam’da ise birey tek başına iyi ve kötüyü bilmede yeterli değildir. Sadece Allah tam ve mutlak bir bilgiye sahiptir. İnsanın bilgisi eksiktir ve her birey hayatta çeşitli kararlar almak için rehbere ihtiyaç duyar.
  9. Buna paralel olarak birey evrensel ahlak ölçütlerini kendi belirleyebilir ve bu evrensel ahlak ilkelerine göre yaşayabilir. Dolayısıyla ahlakı öğrenebileceği bir Kitab’a ve Peygamber gibi bir rehberliğe ihtiyacı yoktur. Tanrı’nın varlığı onun için yeterlidir. Tanrı, bireyin içine onu yönlendirecek ahlak ilkelerini koymuştur. Başka bir şeye de ihtiyacı yoktur. Deizm denilen şey budur.
  10. Tanrı’nın bireye müdahalesi reddedildiği gibi aleme müdahalesi de reddedilmiştir. Tanrı, doğa yasalarını koymuş ve geri çekilmiştir. Nedensellik ilkesi mutlak bir ilkedir. Her şey sebep sonuç ilişkisi içerisinde cereyan etmektedir. Bunun sonucu şu olmuştur: Bütün manevî ve ruhanî aktörler evrenden sürülmüştür. Madde kaba ve eylemsiz, cansız, kendi başına kalmıştır. Madde manevî açıdan anlamsızlığa bürünmüştür. Ancak bu böyle devam edemezdi. İnsan maddeye bir anlam vermeliydi. İnsan, kendini merkeze koydu. Denme isteten şuydu: İnsan doğaya sahip olmak ve hükmetmek için yaratılmıştır. Eğer doğa kaba ve eylemsiz, cansız ise insan onunla hiçbir ahlakî sınırlama olmaksızın ilişkiye girecektir. Eğer madde değerden yoksunsa o halde ona bir nesne olarak davranabiliriz. Onun üzerinde çalışabilir, analitik aygıtımızın bütün birimlerinin nesnesi haline getirebiliriz. Böylece olgu ve değer ayırımı ortaya çıktı. Tanrı’nın sadece yarattığı ve kendi başına bıraktığı olgular (doğa dünyası) hiçbir manevî, ahlakî ve ruhanî içeriğe sahip değildir. Yani ahlak olgulardan çekip alındı. Aydınlanmanın rasyonel aklı, ahlakı sadece olgulardan, doğadan değil, hukuktan, ekonomiden ve devletten de ayırdı. Onları kendi başına işleyen ahlaktan bağımsız bir mekanizma/makina olarak gördü.
  11. Bilim de buna uygun olarak ortaya çıkmıştır. Doğayı nesneleştirme… Buna göre bilim nesneldir. Yani bilimin nesnesi tüm değerlerden bağımsızdır. Böyle olunca bilimin öznesi de sözde nesnesine karşı bağımsız olmalıdır. Bilim adamı nesnesini tüm inançlardan, ideolojilerden, öznel yargılardan sıyrılarak bağımsız bir şekilde inceler. Bilim, duygularına kapılmadan objektif olacaktır. Başkasının kılavuzluğundan kurtulmak burada da geçerlidir. İnanç veya ideoloji olsun insanın öznel yargıları kişiye rehberlik yapar. Ancak ergen aklı bu rehberliğe izin vermemektedir. Doğanın ahlaktan soyutlanması ve bilimin maneviyattan ayrılmasıyla yeni bir durum ortaya çıktı: Bilgi/bilim, güçtür. Bilmek, dar anlamda hükümranlık kurmak ve dünyayı dönüştürmektir. Modern bilginin hiç bir türü iktidarın bu tür dinamiklerinden bağımsız değildir. doğadan, ahlaktan hatta insandan ahlakın çekilip alınması böylece aslında kendi seküler ahlakını yaratmış oldu.
  12. İktisadî alanda da otonom bireyin hakimiyeti vardır. Piyasaya dışarıdan (devlet) müdahale doğru değildir. Bireyler kendi çıkarları peşinde koşacak, bu da kasıtsız da olsa toplumsal refahın artmasına sebep olacaktır. Bu bireyler tamamen kararlarını kendi almakta, her hareketlerinde rasyonel davranmaktadırlar. İktisadî hayatın bir vechesi olan tüketici davranışları açısından da bireysellik ve özgürlük ön plandadır. Bu anlayışta tüketici, kendi davranışları üzerinde egemendir. Söz hakkı, karar ona ittir. Birey, her şeyi almada özgürdür. Bu konuda hiçbir ahlakî kontrol yoktur. Belki tek kontrol olacaktır: Vicdanı. Kapitalist piyasanın, baştan çıkarıcı modanın, yönlendirici reklamların yoğun baskısı altında birey vicdanıyla doğru kararları alabilecek midir? Vicdan ve iradesi tek başına yeterli olabilecek midir? Yoksa vicdan ve iradesi devasa şirketlerin ve oldukça gelişmiş ileri teknolojinin karşısında hiçliğe mi mahkum olacaktır? Bunlar karşısında kendine yabancılaşma mukadder olmayacak mıdır? Başkasının rehberliğinden kurtulayım derken rakamların içinde, sayıda, nicelikte boğulmayacak mıdır?
  13. Siyasî alanda birey Tanrısal buyruklarla yönetilmeyecektir. Kanun çıkarırken tamamen vicdanî ve toplumsal gerçeklerle hareket edecek; oy verirken kimsenin baskısı altında olmayacaktır. Birey, kararlarını kendi alacak veya egemenliğini meclis yoluyla kullanacaktır.
  14. Aile hayatında anne baba çocuklarına karışamayacaktır. Çocuklar ergen olduklarında bireyselleşecekler ve kendi kararlarını kendileri alacaktır. Sadece anne-baba-çocuk ilişkisi değil, karı-koca da birbirine karışamayacak, kendi özerk hayatlarını eşit bir şekilde yaşayacaklardır.
  15. Sosyal hayatta bireyler özgürdür. Hiçkimse bir başkasına karışmayacaktır. Herkes kendi hayatından sorumludur. İyiliği emretmek bile baskı yapmak anlamına gelecektir. İyi bir şey söz konusu ise kişi onu sadece yaşayacak ama bir başkasına o iyiliği yapma yönünde sözel bir baskı havası olmayacaktır.

Aydınlanma açısından burada en önemli sorun hukuk ve devlettir. Hukukun özelliği dış yasaya dayalı olmasıdır. Hukuku uygulayacak olan da devlettir. Yani kişi burada özgürlüğünü askıya almak zorundadır. Çünkü almazsa anarşi çıkabilecektir. Bu durumda başkasının hakları ihlal edilebilecektir. İşte burada hukuk ve devlet devreye girmektedir. Hukuk bir anlamda din/Kutsal Kitap; devlet ise Tanrı konumundadır. Nihayetinde Din ve Tanrı’dan boşalan yer bir şeyle doldurulmak zorundadır.

Bütün bunlar Aydınlanma’nın otonom benlik, insan ve özgürlük anlayışının bir sonucuydu. İşte Aydınlanma’nın ergen aklı böyle bir şey olsa gerektir. Şu da bir gerçek ki, tüm dünyada yaygın olan da şimdilik bu akıldır. Henüz Aydınlanma’nın akıl projesi aşılmış değildir. Tenkitler var, arayışlar var, ancak pratikte ortaya konulmuş hiçbir şey yoktur. Ah şu pratik! Bazen ciltler dolusu kitabın söyleyeceği şeyi  anlamlı bir ahlakî davranış çözer. Modern anlayışta bilim, dünyanın büyüsünü çözmüş, tüm manevî aktörleri sürgüne göndermiştir. Şimdi bilimin bu büyüsünü, büyülü dünyasını çözecek olan, bozacak olan ahlaktır, adalettir, kısaca insana geri dönmektir. Belki de Tanrı’yı ispat etmenin yegane yolu, ahlaklı yaşamaktır, kimbilir!

Bir not daha; aslında Aydınlanma’nın dini reddeden, akla ve doğaya yaslanan temelini bir kenara koyarsak metodoloji olarak oradan alacağımız şeyler vardır. Aydınlanma demek, doğa, tarih ve insan araştırmasıdır. Ve bu konularda müthiş bir çaba içerisindedir. Aydınlanma bunları araştırmak için Tanrı ile arasını bozmuştur. Oysa doğa, tarih ve insan araştırması yapmak için bozuşmaya gerek yoktur. Bu anlamda “doğal bir teoloji, insanî bir teoloji” geliştirmek mümkündür. Ancak görünen o ki, müslümanlar olarak bizler ne doğaya ne de insana bakıyoruz. Baktığımız tek yer “nas.” Bu belki bireysel olarak bizi rahatlatabilir, ama yerküreyi düşündüğümüzde çıkış yolu doğa, tarih ve insan araştırmalarının nas ile birleştirilmesidir. Bir hatırlatma; mesela tarih araştırmalarını kişi, kurum, savaşları araştırma olarak değil, pek çok örneği araştırarak oradan ilkeler, kuramlar çıkarma şeklinde yapmak gerekir. Çağlar boyu yapılan savaşları gözlemleyerek savaş sebepleri ve sonuçları tespit etmek gibi. Bir anlamda savaş sosyolojisi. Tarih bu noktada ancak veri sağlayabilir ve sağlamak durumundadır. Başka da yolu yoktur. Diğer hususları da böyle düşünebiliriz. Ama şu anda gözüken böyle bir faaliyetin (neredeyse) yokluğudur.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir