İçeriğe geç

DEĞERLER YARATILMIŞ MIDIR YOKSA ONLARI BİZ Mİ İCAT EDİYORUZ?

Başlıkta ifade ettiğimiz değerler, iman, güven, adalet, merhamet, sevgi, cesaret, haya, iffet gibi değerlerdir. Bunların tersini de burada düşünmek mümkündür: Küfür, şirk, zulum, merhametsizlik, sevgisizlik, hayasızlık ve diğerleri. Dolayısıyla burada asıl maksadım, iman, adalet, küfür ve zulmün yaratılmış olup olmadığıdır.

Evet, bütün bunlar yaratılmış mıdır yoksa onları biz mi icat ettik? Konuyu biz kendi tarihimizdeki tartışmalar çerçevesinde ele alacağız, ancak onlara kilitlenmeden bir izah geliştirmeye çalışacağız. Bununla birlikte varoluşçuluğun bu konudaki görüşlerine değinmeden de olmaz diye düşünüyorum. Esasen bu konunun kuantum fiziğindeki gelişmeleri ilgilendiren bir boyutu da vardır. Buna göre ölçüm yapılmadan önce parçacık birçok olasılık içinde bulunur. Acaba buradan insan iradesini, özgür seçimi “Allah’ın yarattığı çeşitli olasılıklar arasından seçimde bulunma” olarak açıklayabilir miyiz? Şimdilik bu konuya girmeyeceğim, zira onu açıklayacak nosyonum  bulunmamaktadır.

Varoluşçuluğa dönersek konumuzla yakından ilgilidir. Özellikle Sartre’nin varoluşçuluğunda varlığın mı, özün mü önce olduğu temel sorunlardan biridir. Sartre, bu soruyu şu şekilde cevaplamıştır: “Varlık önce gelir, öz sonra gelir. Bunun anlamı, insanın önce var olduğunu ve ardından kendi özünü (kimliğini, anlamını) yaratması gerektiğidir. Sartre’a göre, insan doğuştan herhangi bir belirli “öz” (doğa, kader, amaç) ile donatılmamıştır. İnsan, kendisini tanımlayan, kendini gerçekleştiren bir varlık olarak özgürdür. Yani, insan var olur ve sonra kendi kimliğini ve yaşamının anlamını kendi eylemleriyle belirler. İnsan, kendi yaşamına anlam kazandırmak için özgür bir seçim yapar ve bu süreçte toplumun dayattığı normlardan bağımsız olarak kendi yolunu çizer. Bu yaklaşım, varoluşçuluğun bireysel özgürlük ve sorumluluk vurgusunun temelini oluşturur. Sartre’ın felsefesinde, insanın varoluşu ve ardından bu varoluşa anlam katma süreci, insanın en temel özelliğidir.

Görüldüğü gibi varoluşçulukta da değerlerin bizden önce var olup olmadığı önemli bir sorun olarak görülmektedir. O kadar ki, bu sorun tamamen özgürlük ve sorumlulukla ilişkilendirilmiştir. Şimdi bu sorunu kendi tarihi perspektifimizle ama varoluşçuluğa da dolaylı olarak cevap teşkil edecek bir şekilde ele almaya, tartışmaya çalışalım.

Her zaman merak ettiğim konulardan biri de Allah’ın insan fiilleriyle ilişkisi, onları nasıl yarattığı olmuştur. Burada yaratmanın mahiyetini kastetmiyorum, onu anlamak zaten mümkün değildir. Ancak yaratmanın insan fiilleriyle ilişkisini –bu da çok zor olsa da- anlamak istiyorum.

Allah’ın her şeyi yarattığını, buna insan fiillerinin de dahil olduğunu biliyoruz. 

Mutezile, insana özgürlük alanı açmak için kulun kendi fiillerini kendisinin yarattığını iddia etmiştir. Onlara göre insan fiillerini Allah yaratmış olursa, kulun özgürlüğü de sorumluluğu da ortadan kalkmış olur. 

Ayrıntılar bir tarafa konulursa ehl-i sünnetin temel bakışı insan fiillerini Allah’ın yarattığı, insanın ise bu fiilleri kesbettiğidir. Burada kesbetmeyi “niyet, tercih etmek ve yapmak” yahut “tercih edip yapmak” şeklinde anlıyorum. Yapan kul, yaratan Allah’tır. Formül şudur: “Kul kesbeder, Allah yaratır.”

Burada benim anlamak istediğim nokta şurasıdır: Kul istiyor, Allah buna göre yaratıyor mu? Eğer böyleyse Allah’ın yarattığı nedir? Diyelim ki, kul, adam öldürmek istiyor. Burada kulun yaptığı ile Allah’ın yarattığı nedir? 

Kul adam öldürmek istedi. 

Allah adamın ölümünü yarattı. 

Öldüren Allah değil, ölümü yaratan Allah’tır. 

Birinin niyet etmesi ile değil de tamamen doğal sebeplerle bir kul ölebilir. Ölüm yaratılmıştır. Böyle ölen bir kul o ölümden payına düşeni almış demektir. Ölüm ona isabet etmiştir. Dolayısıyla ister birinin ateş etmesi ile ister doğal sebeplerle olsun ölüm gerçeğini yaratan Allah olup ondan payına düşeni alan ise kuldur. Hayat da böyledir. Hayatı yaratan Allah’tır. Bu hayattan varlıktaki canlı her şey payına düşeni almaktadır.

Buradan şuraya varıyoruz: Evet, her şeyi Allah yaratmıştır. Ölümü de hayatı da, imanı da küfrü de, adaleti de zulmü de Allah yaratmıştır. 

Kul, yaratılan bu şeylere ya isabet ediyor ya onlardan birini tercih ediyordur. Kulun burada yarattığı, icat ettiği herhangi bir şey yoktur. Buna gücü de yoktur. Onun yaptığı yönelip tercih etmektir. Örneğin iman böyledir. Adalet de böyledir. Varlıkta iman olgusu yaratılmıştır. Adalet olgusu da yaratılmıştır. İman olgusunu anlamak için adaleti biraz açalım. İki kişi arasında bir hak meselesi olduğunda, varlıkta ve insan fıtratında saklı olarak yaratılan adalet duygusu hemen oraya geliverir. Biz o duyguya göre karar veririz. Adaleti tercih ederiz ve böyle yapmakla adil oluruz. Burada adalet yaratılmıştır. Eğer yaratılmamış olsaydı herhangi bir olayda adil veya zalim olmamız mümkün olmazdı. Bu değer var, ki, biz de ona göre hareket ediyoruz. Ve bu değerden nasibimizi alıyoruz. Ona uydukça adil, ondan uzaklaştıkça zalim oluyoruz. Adalet var, onu biz tercih edemiyoruz, ama adil olmayı biz tercih ediyoruz. Biz adaleti yaratmıyoruz, onu ancak tercih edebiliyoruz.

İşte iman da böyledir. İman olgusu yaratılmıştır. Tersi de yaratılmıştır. Biz imana yöneliyoruz ve onu tercih ediyoruz. İman olgusunu yaratan biz değiliz. Hidayet olgusunu yaratmadığımız gibi. İman da hidayet de yaratılmıştır. Ancak onu biz tercih ediyoruz. Tabiri caizse imandan ve hidayetten payımıza düşeni alıyoruz. Allah’a yaklaştıkça iman ve hidayet nasip oluyor, ondan uzaklaştıkça küfür ortaya çıkıyor.

Ehl-i sünnetin, “kul kesbeder, Allah yaratır, ” kaidesi, doğru olmakla birlikte onda biraz kapalılık da vardır. Allah, kul, yöneldiğinde, niyet ve tercih ettiğinde mi yaratır? Yani iman ve adalet gibi olgular yaratılmamış da kul iman etmeyi veya adil davranmayı istediğinde mi iman ve adalet yaratılır? Sanki böyle anlaşılmaktadır. Belki bunda da çok mahzur yoktur ancak ben değerlerin yaratılmış olduğunu kabul ediyorum. 

Kabul ettiğim nokta açısından iki problem vardır:

  1. İman ve adalet yaratılmış ise Allah’ın yaratma eylemi bitmiş midir? Şöyle düşünelim: Allah, cansız varlıkları, bitki, hayvan ve insanı maddi varlık düzeyinde yarattı. Maddi varlık düzeyinde yaratma eylemi bitti mi? Yine Allah, manevi düzeyde iman, adalet, sevgi ve merhameti yarattı. Manevi düzeyde yaratma eylemi bitti mi?

Buna şöyle cevap verebilirim: Yaratmayı tecelli şeklinde yaratma olarak anlayabiliriz. Tecelli süreklidir. Yaratma her an yenilenmektedir. Bunu maddi ve manevi düzeydeki yaratmaya uyarlayarak anlamaya çalışalım.

Allah, evreni ve içindeki her şeyi yaratmış olabilir; ancak yaratma bir defalık bir olay değildir, sürekli devam eden bir fiildir. Bunu şu açılardan düşünebiliriz:

Fiziksel evrenin her an yeniden şekillendiğini gözlemliyoruz. Atom altı seviyede bile parçacıklar sürekli oluşup yok oluyor. Kuantum teorisine göre madde durağan değildir. Atom altı parçacıklar belirli kurallara göre sürekli olarak yaratılıp yok olmaktadır. Hücrelerimiz ölüyor ve yenileri yaratılıyor. Tabiattaki döngüler – yağmurlar, mevsimler, doğum ve ölüm – hep yeni bir yaratılışın işaretleridir. Toprak ölüdür, ama Allah ona sürekli can vermektedir. “O, her an yaratma halindedir.” (Rahmân, 29) ayeti bu durumu desteklemektedir.

Allah sadece maddi varlıkları değil, imanı, adaleti, sevgiyi, merhameti ve diğer manevi kavramları da yaratmıştır. Ancak bu yaratma da bir kez olup biten bir şey değil, sürekli devam eden bir süreçtir. Yukarıdaki ayeti bu durumlar için de düşünebiliriz.

Bir insan iman ettiğinde, onun kalbine Allah tarafından iman yerleştirilir. Bir toplumda adalet ve merhamet tesis edildiğinde, Allah’ın bu kavramları sürekli olarak var ettiği görülür. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur: “İmanı onların kalplerine yazdı ve onları katından bir ruh ile destekledi.” (Mücadele, 22) Bu, Allah’ın imanı kalplere sürekli olarak yerleştirdiğini gösterir.

Aynen böyle Allah’ın sıfatları varlıkta sürekli tecelli eder. Örneğin ilim.  Allah’ın ilmi anbean her şeyi kuşatmaktadır ve hiçbir şey onun ilminden gizli değildir. Kâinatta meydana gelen her olay, her bilme hadisesi O’nun ilminin sürekli tecelli ettiğini gösterir. Örneğin irade. Evrende her an yeni olaylar meydana gelmesi, Allah’ın irade ve kudret sıfatlarının her daim tecelli ettiğini gösterir. Örneğin, bir çocuğun doğumu, bir yaprağın düşmesi, bir yıldızın oluşumu gibi olaylar hep Allah’ın sürekli irade ve yaratışının eseridir. Fiili sıfatlar da böyledir. Allah’ın Rezzâk (Rızık verme) tecellisi her an canlılara ulaşmaktadır. Muhyî (Hayat verme) ve Mümît (Öldürme) sıfatlarının etkisiyle doğum ve ölüm sürekli gerçekleşmektedir. Kısaca Allah hayatı ve ölümü yaratmıştır, ama bu, bir defalık bir hadise değildir. Ölüm ve hayat, Allah’ın Muhyî ve Mümît sıfatlarının tecellisidir. Ve bu tecelli varlıkta sürekli akıp gitmektedir.

Sonuç: Allah, her şeyi yaratmıştır, desek bile bu yaratış olmuş bitmiş değildir. Yaratma süreklidir. Bu, bir anlamda tecelli şeklinde yaratılışın sürekliliğidir.

  1. İman ve adalet gibi değerler Allah’ın sıfatlarındandır. İman ve adalet gibi değerlerin yaratılmış olduğunu kabul edersek, bu, Allah’ın sıfatlarının mahluk olduğu anlamına gelmez mi? 

Bu önemli bir sorundur. Buna şöyle cevap verebiliriz: İman ve adalet gibi değerlerin bir Allah’a bakan, bir de kula bakan yönü vardır. Allah’a bakan yönüyle yani Allah’ın sıfatlarından olması hasebiyle iman ve adalet mahluk değildir. Ancak kula bakan yönüyle iman ve adalet mahluktur. Allah’ın sıfatlarının hepsi de böyle değil midir? Bütün bir varlığın Allah’ın sıfatlarının tecelligahı olduğunu kabul etmiyor muyuz? Bütün bir varlığın Allah’ın sıfatlarının tecellisi olması, Allah’ın sıfatlarının mahluk olduğu anlamına gelir mi? 

Buna kısaca şöyle diyebiliriz: Allah’ın sıfatları O’nun Zât’ından ayrı düşünülemez ve ezelîdir. Yani Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi gibi sıfatları O’nunla birlikte ezelden beri vardır ve yaratılmış değildir. Tecelli ise, Allah’ın sıfatlarının yarattığı varlıklar üzerinde bir yansıması veya açığa çıkmasıdır. Örneğin, Allah’ın “Hayy” (Hayat Veren) sıfatının tecellisiyle canlılar hayat bulur. Ancak bu canlıların varlığı yaratılmıştır, fakat “Hayy” sıfatı ezelîdir. Allah’ın sıfatlarının tecellisi demek, sıfatların yaratılması anlamına gelmez. Allah’ın sıfatlarının tecellisini açıklamak için güneş ve aynaya yansıması örneğini verebiliriz:

Güneş, kendi başına var olan bir ışık kaynağıdır. Aynaya tutulduğunda, aynada bir ışık yansıması oluşur. Bu yansıma, doğrudan güneşin ışığından gelir, ancak aynadaki ışık bizzat güneşin kendisi değildir. Aynadaki ışık, güneşin varlığını ve özelliklerini gösterir ama onun zatından bir parça değildir.

Bu benzetmeyi Allah’ın sıfatları ve varlığa tecellisiyle ilişkilendirelim.

Güneş = Allah’ın sıfatları
(Örneğin, “Hayy” sıfatı: Hayatı veren, “Alîm” sıfatı: Bilgiyi veren)

Ayna = Yaratılmış âlem
(Her şey Allah’ın sıfatlarının bir yansımasını taşır)

Aynadaki ışık = Sıfatların tecellisi
(Allah’ın sıfatları yaratılmış âlemde farklı şekillerde yansır)

Peki burada yaratılmış olan nedir, olmayan nedir?

Güneşin ışığı aynaya vurduğunda aynada bir parlama olur, ancak bu parlama yaratılmıştır; çünkü aynanın yapısı, açısı, yeri gibi faktörlere bağlıdır.

Ama ışığın kaynağı olan güneş yaratılmamıştır, o zaten var olan bir şeydir.

Aynadaki ışık, kendi başına var olamaz; ancak güneşin ışığı olduğu sürece vardır.

Allah’ın sıfatlarının tecellisi de böyledir:

Allah’ın sıfatları zatına ait ve ezelîdir, yaratılmış değildir.

Ancak bu sıfatlar yaratılmış varlıklarda farklı biçimlerde ortaya çıkar (tecelli eder).

Örneğin, Allah’ın “Hayy” sıfatı vardır ve ezelîdir. Bu sıfatın tecellisiyle canlı varlıklar yaratılır. Ama bu varlıkların hayatı yaratılmıştır, sıfatın kendisi değil.

Sonuç olarak geleneksel anlayışın “insan niyet/kesb eder, fiile yönelir, Allah yaratır” şeklinde formülü ettiği düşünceyi ben şöyle ifade etmek istiyorum:

İnsan niyet eder, fiile yönelir, Allah’ın yarattığı değerlerden birini seçer veya ona göre hareket eder. Allah adaleti yaratır, kul adil olmayı veya adaletsizliği seçer, haksızlık yapar. Allah imanı yaratır, kul imanı seçer veya imandan nasibi olmaz, imansızlığı yani küfrü seçer. Allah’ın yarattığı, kişinin, adil olma fiili değildir, adalettir. Allah’ın yarattığı kişinin iman etme fiili değildir, imandır. Akla “iman etme veya adil olma fiili ne oluyor, onu kim yaratıyor?” gibi soru gelebilir. Yaptığımız açıklamaya göre artık böyle bir sorunun anlamı kalmamaktadır. Çünkü Allah’ın yarattığı adalet olmadan, adil olma; yarattığı iman olmadan iman etme fiili gerçekleşemeyecektir. Bu açıdan bakılırsa, her şeyin sebebi, her şeyin yaratıcısı Allah olmaktadır. Adil olma, başta adaletin varlığını gerektireceğinden, adaleti var kılmak da insanı aşacağından, dolaylı olarak insanın fiilini yaratan da Allah olmaktadır. Ama dolaylı olarak… Allah adaleti yaratmasaydı, zaten adil olma tercih edilemeyecek ve yapılamayacaktı. O halde adalet olmasa, adil olmanın tercih edilemeyeceği, dolaylı olarak adil olma fiilinin de Allah tarafından yaratıldığı, aynı şekilde iman yaratılmış olmadan iman etme fiilinin tercih edilemeyeceği, dolaylı olarak iman etme fiilinin de Allah tarafından yaratıldığı söylenebilir. Kısaca Allah, insanın iman ve adaleti tercih edebileceği bir formu onda yaratmıştır. Yani insanın içinde, fıtratında güven, adalet, sevgi, irade, niyet ve kudret bir form olarak yaratılmıştır. Ayrıca Allah, bu forma uygun olarak dış dünyada iman, güven, sevgi ve adaleti de yaratmıştır. İnsana düşen içinde bulunan duyguları dış dünyada bulunan duygularla buluşturmaktır.

Kategori:Yazılar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir