Bir hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Genelde bizler; insan, bilgi ve varlık konusunda bir şeyler ifade etmeye çalışırken ikili tasniflere başvururuz. Şunlar gibi:
Beden-ruh (kasıt akıldır)
Beden-zihin
Madde-mana
Somut-soyut
Araç-amaç
Akıl-vicdan
Deney-akıl
Fizik-metafizik
Fert-devlet
Beden-meditasyon
Kanun-hüküm
Bu tasnif esasen batılı zihin yapısını yansıtır. Bu anlamıyla sekülerdir. Bu tasnifte soyutluk, mana veya metafizik gibi kavramların bulunması bizi yanıltmamalıdır. Batı zihni, maddeyi/bedeni, ancak soyutluk mertebesine çıkartabilir. Fakat soyutluk da maddeye bağımlı olduğu için aslında Batı zihniyeti maddenin dışına çıkamaz olur. Dikkat edilirse batıda din dışında kalan tüm ekoller, tüm ideolojiler, tüm bilimsel etkinlikler bu tasnifle kendilerini sınırlamış, üçüncü bir seçeneğe pencerelerini kapatmışlardır. Onun içindir ki, bilim denilince de sadece ve sadece somut ve maddeye dayalı olarak ortaya konulan bilgi hakikat olarak kabul edilmiş, bunun ötesinde hakikat adına ne varsa inkar edilmiştir.
Bu tasnifin İslam göz önünde bulundurulduğunda yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu tasnifin ikinci kısmında yer alan terimlerin hepsi soyut kavramı altında toplanabilir. Bunlar soyuttur, ancak insan bunları algılayabilir. Yani bunlar insan algısına dahildir. Akıl yürütmelerle insan bunlar hakkında konuşabilir, onları idrak edebilir. Onun içindir ki, (katı materyalistler hariç) diğer düşünürlerle bunları kabul ve idrak noktasında önemli bir sıkıntı yoktur.
Peki diğer insanlarla sorun yaşadığımız ve gerçekte İslam’ın insanlığa katkı sunduğu tasnif hangisidir? Ben varlığı gerçek şekliyle şu tasnifin daha iyi açıkladığını düşünüyorum:
Beden-akıl-ruh
Beden-zihin-ruh
Maddî-manevî-ruhanî
Somut-soyut-gayb
Araç-amaç-değer
Akıl-vicdan-fıtrat (değer)
Deney-akıl-vahiy
Fizik-metafizik-gayb
Fert-devlet-Allah
Beden-meditasyon-ibadet
Kanun-hüküm-ahlak
Hemen şimdi ifade edeyim: Birinci sıradakiler ispat alanıdır. İkinci sıradakiler -ispat mümkün olmasa da- akledilir alandır. Üçüncü sıradakileri ise ne ispat edilebilir ne de akledilebilir alandır. Bu alan haberin veya vahyin konusudur. Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki, ispat edilemese dahi bu alanda bazen akledilebilir bir taraf da vardır. Özellikle Tanrı’nın varlığı konusu ama sadece varlığı konusu akledilebilir bir alandır. Burada akledilebilirlik herkesin rahatlıkla kabul edebileceği objektif bir ispat alanı anlamında değildir. Malumdur ki, teklif ve mesuliyet açısından Tanrı’nın varlığının aklın mı haberin mi (şer’in mi) konusu olduğu noktasında İslam alimleri arasında tartışma vardır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Üçüncü alan ne ispat edilebilir ne mutlak akledilebilir alan değilse bu alanın konusu nedir ya da bu alanın varlığı nasıl anlatılabilir? Bu alanın konusu ahlak, ibadet ve geniş anlamıyla salih ameldir. Yine bu alanın varlığı ancak ahlak ve amel ortaya konularak gösterilebilir ve anlatılabilir. Bu alan hakkında konuşmak veya çok laf üretmek beyhudedir. Bu alan canlı örnekliğin ve ahlak timsali olmanın alanıdır. Onun içindir ki, Peygamberimizin Kur’an’da yüce bir ahlak üzere olduğu ve müminler için güzel örnek olduğu nazarlara verilmiştir. Bu durum, ümmeti için de aynen geçerlidir.
Bir de bunun şu anlamı vardır: İkili tasnif ile üçlü tasnif arasındaki fark manevi ile ruhani arasındaki fark kadardır. Manevi alan bir anlamda insana ait soyut alandır. İnsan, buraya müdahale eder, orayı yönetebilir. Ruhani alan da insanla irtibatlıdır, ancak soyut alanın ötesindedir. Ruhani alan bir anlamda soyutun soyutluluğudur. İnsan buraya müdahale edemez, orayı yönetemez. İnsan orayı kabullenmekle insanlığa adım atmış olur. Bu söylediğimiz, insanı inceleyen psikoloji ile tasavvuf arasındaki fark gibidir. Psikoloji, insanın yüzeye yansıyan manevi durumunu inceler. Bu inceleme buzdağının görünen yüzüne bakmak gibidir. Tasavvuf ise insanın daha derindeki ruhani durumunu konu edinir. Bu da buzdağının denizin altında kalan kısmı gibidir.
Bu noktada yukarıdaki tasnife baktığımızda dikkat ederseniz üçüncü sıradaki kavramlar salt soyut değildir. İlla soyut ile ifade edilecekse de mutlak soyut oldukları söylenebilir. Bu da onlar hakkında konuşulamayacağı anlamına gelir. Burada “konuşamamak” mahiyetlerini idrak edememek anlamındadır. Hatta bazıları hakkında diğerlerine göre daha fazla konuşulabilir. Örneğin ruh hakkında fazla konuşamazken değerler hakkında ruha göre daha fazla konuşmak mümkündür. Çünkü değerler, insan bir davranışta bulunduğunda hemen oraya iniveriyor. Dolayısıyla değerler insan davranışlarında tecelli ediyor. Bu sebeple değerler hakkında konuşmak, değer-davranış ilişkisi konusunda mantıksal akıl yürütmeler ve felsefe yapmak gayet mümkündür. Burada kastettiğimiz konuşamama hali, değerlerin kaynak olarak Tanrı’da saklı olması ile ilgilidir. Bu değerlerin Tanrı ile ilgili olduğunu biliriz, ama mahiyetini kavrayamayız.
Bu konuşma meselesine dönersek, örneğin akıl hakkında konuşabiliriz, farklı görüşlerin ortaya çıkması önemli değildir. Ama ruh hakkında konuşamayız. Konuşsak bile mahiyetine yaklaşmak mümkün değildir. Ruhu sadece akıl yürütme ile değil örneklerle anlatabiliriz. Yine metafizik de böyledir. Akıl yürütmelerle metafizik hakkında konuşabiliriz, ama gayb hakkında akıl yürütmeler ile konuşamayız. Gaybı ancak örneklerle anlatabiliriz. Ayrıca gayb, bir haber konusudur. Bu konuda bize bilgi verilmezse bilgi sahibi olmamız da mümkün gözükmüyor. Bunları rüyaya benzetebiliriz. Rüya soyut bir olaydır. Ama insan gerçekliği içerisinde kalan soyut bir olaydır. Onun içindir ki, kesin olmamakla birlikte rüya hakkında konuşabilir, tespitler yapabiliriz. Çünkü algı ve idrak sahası içindedir. Ama gayp, vahiy ve değerler, algı ve idrak sahası içerisinde değildir. Rüya ancak gaybın varlığına örnek olabilir. Nasıl ki rüya alemi var, onun bir tık ötesinde de gayb alemi olmasına mani bir şey yoktur, deriz.
Burada araç-amaç-değer ilişkisine de değinmek istiyorum. Araç somut, amaç soyuttur. Bunlar insan gerçekliğine dahildir. İnsan araçlar için amaçlar belirleyebilir. Örneğin dershaneye gidiyorsunuz, amacınız üniversiteyi kazanmak. Üniversiteye gidiyorsunuz amacınız meslek sahibi olmak. Meslek sahibi oluyorsunuz amacınız vatanınıza hizmet etmek. Birkaç amaç belirlemek de gayet mümkündür. Ama burada amaçlar değer yüklü değildir. Burada amaçlar soyut olmakla, niyetle alakalı bulunmakla birlikte yine de madde ile sınırlıdır, insan algısıyla sınırlıdır. Peki değer nedir? Değere şu anlamı yüklüyoruz: İnsanın dahli olmadığı, üretmediği, yaratmadığı, görmediği, ama Allah’ın insana esmasından kodladığı varoluş şifreleridir. Bir anlamda değer, esma’nın kendisi olup varlıkta tecelli etmektedir. Bu anlamı ile değer, salt soyut bir şey değildir ya da denilecekse mutlak soyuttur, mutlak gayptır. Değerin biz ancak tecellisini idrak edebiliriz, ama kaynağını idrak etmemiz mümkün değildir. Ancak amaçların hem tecellisini, görünürlüğünü hem de kaynağını idrak etmemiz mümkündür. Amaçların kaynağı biz insanoğludur. Ama değerlerin kaynağının biz insanoğlu olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor. Adaletin kaynağının, sevgi veya merhametin kaynağının biz insanoğlu olduğunu söylemek mümkün müdür?
Peki bu ayrımın ne faydası vardır? Sadece araç-amaç olgusuyla yetinilirse her ikisinin değerden yoksun olması mümkündür. “Araç-amaca” değer katan, onları yükselten, yücelten değer odaklı bir bakış açısıdır. Değer odaklı bakış ancak aracı da amacı da değerli kılabilir. En büyük değer de Allah’tır, O’nun esmasıdır, O’nun rızasıdır. Aksi takdirde değer odaklı bakış olmazsa aracı amaçsallaştırmak; amacı da araçsallaştırmak gayet mümkündür.
Burada bir hususa daha temas etmek istiyorum: Araç-amaç ilişkisinde hakikatten sapma an meselesidir. Zira amaç/gaye, araçla çok yakından irtibatlıdır ve bu da yer yer amacın sapmasına neden olabilir. Bu noktada araç amacı etkileyebilir. Ancak değer hem aracın hem de amacın sapmasını engelleyebilir. Değerler insanla irtibatlı olsa da insanların değerleri etkilemesi söz konusu değildir. Çünkü değerler, insandan önce/bağımsız olarak vardır. İnsanlar ancak değerleri kabullenmekle hem araç hem de amaçlarına istikamet verirler. Onun içindir ki, araç ve amaç değerlerle dengelenmelidir. Aynı şeyi akıl-vicdan ikilisi için de söyleyebiliriz. Akıl da vicdan da insanın insanlığını muhafaza eden şeylerdir. Ancak her ikisi de etkiye açıktır. Bazen akıl bozulur, bazen vicdan kararabilir. Bunları dengede tutabilecek, bunlara rehberlik yapabilecek bir başka unsura ihtiyaç vardır. Bu unsur değerlerdir. Zira değerler akıldan da vicdandan da önce vardır. Değerlerle ancak hem akıl hem de vicdana istikamet verilebilir. Çünkü değerler fizik alemden etkilenmeye kapalıdır. Zira değerler fizikten önce, olgudan, insandan, maddeden önce vardır. Ama akıl ve vicdan öyle değildir. Akıl da vicdan da insanla birlikte vardır. Dolayısıyla bu iki unsur fizikten, bedenden etkilemeye açıktır.
Peki tasnifin üçüncü kavramları elle tutulur, gözle görülür ve algı alanı içerisinde değilse bu durumda nasıl bir sonuç ortaya çıkıyor? İman gibi, hidayet gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Dikkat edilirse iman akıl işidir deriz, öyledir ancak mutlak akıl işi de değildir. Sanki akılla bir noktaya kadar geliniyor, ondan sonra Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurla hidayet gerçekleşiyor. Ruh, gayb, değer, vahiy ancak ve ancak iman konusudur. Bu, şu demektir: Tasnifin ikinci kısımları hakkında konuşulabilir, bunlar iman konusu değildir, ama üçüncü kısımları hakkında konuşulamaz, zira bunlar iman konusudur, haberin konusudur. Ayrıca bu anlamıyla İslam bize daha geniş bir bakış açısı sunar. Zira İslam, tasnifin ilk iki kısmını reddetmez, aksine tanır, kabul eder. Ona üçüncü bir şık ilave ederek insanın ufkunu genişletir.
Bu ufku genişletme meselesi önemlidir. Bunun anlamı şudur: İslam, üçüncü şık ile diğer unsurların derecelerini yükseltir, konumlarını yüceltir. Üçüncü şıkkın varlığı, diğer unsurlara değer katmak içindir. Onların konumlarını yükseltmek içindir. Şöyle bir örnek vereyim: Taş, kendi yerinde sadece bir taştır. Ancak onu alıp insana bir ev, bir mekan yapılırsa taşın değeri yükseltilmiş olur. Taş olmazsa o mekan, o ev olamayacağına göre taş değerli olmaktadır. Ama taşın değeri, taş olmaktan değil, değerli olana hizmet etmekten kaynaklanmaktadır. İnsan değerlidir. İnsana hizmet etmek taşın değerini yükseltmektedir. Yine bir ahşab düşünelim. Ahşab, cami inşaatında kullanıldığında yüksek bir değere hizmet ettiğinden ahşabın konumu yücelir. Bir ağaç, ormanda estetik duygumuza hitap ettiğinden değeri yükselir. Maddi şeyler böyle. Bir de insanı düşünün! Ruh sahibi insan! İnsanın konumu acaba nasıl yükselir? İnsan kime hizmet ederse acaba derecesi yücelmiş olur?
İşte tam bu noktada üçüncü şıkta zikredilenlerin diğer unsurlara nasıl değer kattığını, onların değerini nasıl yücelttiğini düşünelim! Örnek verelim: Bir hükmün iki yönü vardır: 1. Kanuni yön. 2. Ahlaki yön. Ahlaki yön, kanunun konumunu yükseltmek içindir. Ahlakın tasfiye edildiği kanun içi boş kuruntudan başka bir şey değildir! İnsan beden, akıl ve ruhtan ibarettir. Ruh, insanın konumunu yüceltmek içindir. Ruh kökeni dikkate alınmazsa sadece soyut akıl ile yetinilirse insanın konumu yükselmez. Geriye düşmezse bile olduğu yerde sayar durur. Araçlara değer katmak aracın konumunu yükseltir. Amaca değer katmak, amacın konumunu yükseltir. Değerden yoksun bir araç, yücelikten düşeceği gibi zarar vermeye de başlar. Deney yapıp bilgi edinmeyi düşünelim. Salt deney bilginin konumunu yüceltmez. Ama bu bilgiye değer eşlik ettiğinde bilginin konumu da yücelir. Örneğin, yağmurun nasıl yağdığını bilimsel metodlarla inceleyebilirsiniz. Bu, sadece bilgi edinmeyi sağlar ve böyle kalınırsa bu yerinde saymak olur. Ama yağmura nimet, rahmet, hayy gözüyle bakıp değer katarsanız elde edilen bilginin konumu yükselir. İbadet de insanın konumunu yüceltmek içindir. Allah inancı insan dahil varlığa amaç katmak ve değerini yüceltmek içindir.
Bütün bunların çok önemli şöyle bir sonucu vardır: Üçüncü şıkta zikredilen değerler, insan dahil bütün bir varlığın değerini yükselttiği gibi insan dahil bütün bir varlığa zarar vermeyi de engeller. Değerlerle bütünleşmeyen, değerlerin kuşatmadığı bir paradigma varlığa zarar vermemeyi birinci öncelik olarak görmez. Değerlerle kuşanmayan bir bakışın önceliği çok başka bir şeydir. Dolayısıyla böyle bir bakışın varlığa zarar vermesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Çünkü bakış, değerlerden soyutlanmıştır. Onu zarar vermekten engelleyecek bir değeri de bulunmamaktadır. İşte değer paradigması insan dahil bütün bir varlığın konumunu yücelttiği gibi insan dahil bütün bir varlığa zarar vermekten de alıkoymaktadır, alıkoymalıdır.
İlk Yorumu Siz Yapın