Tarihe baktığımızda Kur’an dahil ama özellikle hadisleri müstakil olarak hikmet boyutuyla ele alan çalışmalar yok gibidir. Müstakil eserler yazma anlamında daha ziyade tasavvuf ehli simaların hikmetle uğraştığını görüyoruz. Hakîm et-Tirmizî, İbn Arabî, Sadreddin Konevî ve Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, İslam’daki emir ve yasakların hikmet ve sebepleri üzerinde duran önemli alimlerimizdir. Bunlardan müstakil olarak İslam’daki, özellikle hadislerdeki emir ve yasakların hikmetleri üzerinde yoğunlaşan alimlerimizden ikisi Hakîm et-Tirmizî (Nevadiru’l-usûl, Kitabu’l-menhiyyât ve İlelu’ş-şerî’a) ile Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (Hüccetullahi’l-bâliğa)’dir.
Bu yazıda Şah Veliyyullah bağlamında hikmetle ilgili bazı tartışmalara değinmek istiyorum. Zira günümüzde hikmet-maslahat-illet konularıyla ilgili çeşitli yorumlar yapılmakta, ancak meseleler birbirine karıştırılmaktadır.
Bazı alimlere göre dinî hükümler maslahat içermez. Bu hükümlerin konuluşunun bir hikmeti de yoktur. Dinî hükümlerle yükümlü kılmak efendinin kölesini sınaması gibidir. Mesela efendi sırf denemek için hiçbir anlam ifade etmeyen emirler verir. Şu taşı kaldır! Şu ağaca dokun! Bununla amaç sadece sınamaktır. Şah Veliyyullah bu düşüncenin yanlış olduğunu belirtir. Sahabeden bu yana ilk nesillerin ittifakı bunun sakatlığını ortaya koyar. Örneklere bakarsak bunu görürüz:
Namaz, Allah’ı anmak için emredilmiştir.
Zekat belirli bir amacı gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Cmrilik duygusunu yenmek ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak gibi.
Oruç, nefsi hakimiyet altına alabilmek için meşru kılınmıştır.
Kısas, caydırıcı olsun diye konulmuştur.
Cihad hem Allah’ın dinini yüceltmek hem de muhafaza etmek için meşrudur.
Muamelat ile ilgili hükümler adaletin tesisi için konulmuştur.
Burada bir noktaya temas edelim: Allah’ın her bir emrinde elbette bireysel ve toplumsal hikmetler vardır. Emirde amaç şeklin sadece kendisi değildir. Şekle riayetle ulaşılacak maksaddır. Bunu Kur’an’daki üç ayet bize açıklar:
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 115)
“Onların (kurbanların) ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’ın emirlerine olan bağlılığınız) ulaşır…” (Hac, 37)
“De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.” Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.” (İsra, 110)
Görüldüğü gibi bu üç ayette emir veya ibadetlerdeki maksada, asıl gayeye vurgu yapılmaktadır. Maksad, takva hassasiyeti kazanmaktır. Maksad, her bir ibadette Allah’ı görebilmek, O’nun rızasına nail olabilmektedir. Şuna dikkat edilmesi gerekir. Mesela ikinci ayette kurbanların etleri ve kanlarının Allah’a ulaşmayacağı ifade edilmektedir. Allah’a ulaşacak olan takvadır. Buradan iki sonuç ortaya çıkar. Biri şudur: Müslüman, ibadetini başka düşüncelerle değil, sırf Allah için yapmalıdır. Böyle yaptığında asıl maksad hasıl olur. Burada bir noktaya daha dikkat çekmek isteriz. Allah’ın emir ve yasaklarında birden fazla hikmet bulunabilir. Birden fazla maksad tespit edilebilir. Ancak en önemli hikmet veya maksad Allah’ın kendisidir. Namaz için, oruç, zekat için birden fazla hikmet, maksad, gaye tespitinde bulunabiliriz. Bunları bireysel, toplumsal, evrensel hikmet, maksad, gaye diye de tasnif edebiliriz. Ancak bunların en önemlisi ibadetleri Allah için yapma şuuruna erebilmektir. İşte buna “hikmetlerin kikmeti, gayelerin gayesi, maksadların maksadı” demek mümkündür. En büyük maksad budur. İbadetleri herhangi bir çıkar, dünyevî bir düşünce, maddî veya manevî beklenti içinde olarak değil, sırf Allah için yapmak…
İkinci sonuç şudur: Kurbanın etleri Allah’a ulaşmaz, Allah’a ulaşacak olan takvadır. Peki Müslüman asıl maksad olan takvaya ulaşamadığında ne yapması gerekir? İbadeti terk etmesi mi gerekir? Şekil değil ruh önemlidir, diyerek işin ruhu kavranılamadığında ibadet bırakılmalı mıdır? Geçmişten günümüze hiçbir alim, “ibadetten hedeflenen maksadlar hasıl olmadığında ibadetleri yapmanın bir anlamı kalmamıştır” dememiştir. Yukarıdaki ayetleri de “demek ki, önemli olan takvadır, maksaddır, o halde bunlar gerçekleşmiyorsa ibadeti yapmanın bir gereği de kalmamıştır” şeklinde anlamamıştır. Dahası “ibadetlerden maksad, takvadır; takvaya eriştikten sonra ibadet etmeye gerek yoktur” şeklinde de anlamamıştır. Kur’an’da zikri geçen yukarıdaki ayetler de böyle bir şeyi içermez. Alimlerimiz de sürekli ibadetlerdeki ruh ve maksada dikkat çekmişler, gerçekleşene kadar bunlara devam etmek gerektiğini, gerçekleştikten sonra ise -ki, aslında bunu kimse bilemez- bunu muhafaza gayreti içinde olmak gerektiğini vurgulamışlardır. Bu konuya ilerleyen satırlarda tekrar döneceğiz.
Hikmet konusuna devam edelim: Şah Veliyullah’a göre bazı alimler ise hükümlerin maslahat ve hikmet içerdiğini bilir, ancak bu ilmin tedvinini, araştırılmasını imkansız görürler. Gerekçeleri şunlardır:
- Bu ilmin meseleleri çok kapalı, tespiti zordur.
- Selef, böyle bir şey yapmamıştır. Madem yapmamıştır, sanki terki konusunda ittifak vardır.
- Bu ilmin peşine düşmenin faydası yoktur. Zira şeriatle amel etmek, onun içerdiği maslahatları bilmeye bağlı değildir.
Bu gerekçelere karşı Şah Veliyullah şunları söyler:
Tabii ki, bu ilmin meseleleri zordur. Çok düşünmek, yorulmak gerekir. Ancak yüce amaçlara ulaşmak hep sıkıntılı yolculuklarla mümkün olmuştur. Diğer taraftan selefin bu ilmi tedvin etmemiş olmasının zararı yoktur. Zira Resulullah bu ilmin esaslarını ortaya koymuş, fakih sahabiler hükümlerin hikmetlerini araştırmışlardır. Bunu sistematik olarak yapmayabilirler. Ama örneklerini ortaya koymuşlardır. Şunu da ilave etmek gerekir ki, selef zamanında, değil hikmet ilmi, neredeyse hiçbir ilim tedvin edilmemiştir.
Netice olarak denilebilir ki, evet, dinin herhangi bir emriyle amel etmek onun içerdiği maslahat veya hikmeti bilmeye bağlı değildir. Aslında Yüce bir Yaratıcı’nın onu emretttiğine inanmak bile bir açıdan hikemî yaklaşımdır. Yine bizler hakkında araştırma yapmasak, kitaplar yazmasak bile emir ve nehiylere riayet ederken nefsimizle veya toplumuzla ilgili bir maslahatı muhakkak düşünüyoruzdur. Belki insanımız “niçin namaz kılıyorsun?” sorusuna evvel emirde “Allah emrettiği için” diye cevap verecektir. Ancak biraz daha sorduğumuzda ondaki hikmetler ortaya çıkabilecektir. Ancak bu hikmetler bilinmese de sırf Allah emrettiği için ibadet yapmak da bir açıdan en büyük hikmettir. Şunu da eklemek gerekir ki, her mü’minin aynı ölçüde emir ve nehiylerin hikmetini bilmesi de gerekmez, zaten mümkün de değildir. Bununla birlikte aklî olarak emir ve nehiylerdeki hikmetleri araştırmak, bilmek insana zihnen huzur verir, güven verir, yaptıklarını bilinçle yapar. Özellikle günümüzde dine dışarıdan yapılan saldırılara karşı sağlam bir savunma hattı geliştirir.
Bütün bunlarla birlikte denilebilir ki, evet, şer’î hükümlerde şekil ve ruh bütünlüğü aranması lazımdır. Bazen ruh kavranamasa da şekle riayetle ruhu kavramaya devam etmelidir. Yine Şah Veliyullah’ın vurguladığı gibi insanların iyilik ve kötülük (sevap ve günah) anlamında somut şeylerle mükellef tutulmaları gerekir. Bu konularda insanları bağlayıcı olacak emir ve yasaklar bulunmalıdır. Emir ve yasakların ruhuna itibar kapısı herkese pek aralanmamıştır. Getirilen şer’î hükümlerin uygulanması konusunda tam bir kararlılık vardır ve uygulama, kişilerin tercihine bırakılmış değildir. Aslında tafsilî hükümlerin kaynağı durumunda olan hikmet-i teşrî (makasıd) bilgisi, gizli tutulmuş ve ona ancak ilimde derinleşmiş olanlar ulaşabilmiştir. Niçin? Çünkü mükelleflerin büyük çoğunluğu neyin maslahat neyin mefsedet olduğunu bilemezler. Eğer bu konuda şer’î hükümlerden bir kısmını terk etme gibi bir ruhsat getirilseydi ve “bu şekillerin önemi yoktur, asıl önemli olan bunların ötesinde olan ruh ve manadır” denseydi, o zaman herkesin istediği şekilde te’villere dalması yolu açılır, dinde büyük ihtilaflar meydana gelirdi. (Bk. Hüccetullah’l-bâliğa, I, 436)
Elbette İslam’daki bazı emir ve yasakların veya davranışların hikmetini tam olarak kavramak da mümkün olmayabilir. Mesela domuz etinin haram olması veya rukye dediğimiz Kur’an’dan bir sure veya ayet okuyarak hastaya üflemek gibi hükümler böyledir. Şüphesiz bunlarla ilgili bir takım tıbbî veya psikolojik açıklamalar yapılabilir, ama net bir şey söylemek mümkün değildir. O halde bir takım yasak ve davranışların hikmeti bilinmese bile hükümle amel etmek lazımdır. Bazı yasaklarda kimbilir belki bir imtihan sırrı vardır. Şurasını vurgulamak gerekir ki, emir ve yasaklardaki hikmetlerin tespiti zordur. Hikmet tespitinin tabiatında da subjektiflik vardır. Yani her bir amel ve davranış için net bir şekilde hikmeti şudur, demek mümkün değildir. Burada ancak muhtemel hikmet tespitleri yapılabilir. Bir davranışın sadece bir hikmeti de olması gerekmez. Birden çok hikmet taşıyabilir. Ama ne olursa olsun şuna inanmak gerekir: Her emir, yasak, davranışın arkasında bir hikmet vardır. Ancak her zaman bu hikmeti biz bilemeyebiliriz. Bilemesek dahi onda bir hikmetin olduğuna inanırız. Çünkü Allah abesle iştiğal etmez. Her yaptığı muhakkak hikmetlidir. “Hikmetinden sual olumaz” derken kastedilen de aslında Allah’ın her yaptığında bir hikmetinin olduğu ancak her zaman bunu bilemeyebileceğimiz, onun için niçin, niçin diye sorgulamanın abes olduğudur. Kur’an’daki Hz. Musa-salih kul kıssası da bize bunu öğretir. Allah’ın bazı tasarruflarını kavramaktan aciz olabiliriz. Bu tasarrufların muhakkak bir hikmeti vardır, ancak bizim aklımız onları kavramaktan acizdir. Neyin hayır neyin şer olduğu ilk bakışta bize kapalı olabilir.
Bunun ardından hikmet ve illet meselesine de değinmemiz gerekir. Buna değinmez isek mesele eksik kalır. Hükümler illete tabiidir, hikmete değil. İllet varsa hüküm var, illet yoksa hüküm de yoktur. Hükmün varlığı hikmete bağlı değildir. Mesela, “şarap haramdır” cümlesinde “hangi vasıf sebebiyle?” diye sorduğumuzda illeti; “niçin?” diye sorduğumuzda hikmeti tespit ederiz. Buna göre “sarhoş edicilik vasfı” illet; “aklı korumak” ise hikmettir. İşte burası bam telidir. Birisi şöyle diyebilir: Hikmet, aklı korumak ise “ben aklımı koruyorum, dolayısıyla aklımı bozmayacak kadar içki içebilirim.” Ya da şöyle de diyebilir: Şarabın haram olmasındaki hikmet, sosyal düzenin bozulmaması, korunmasıdır. O halde sosyal düzen bozulmuyorsa içki yasağı da kalkar. İşte burada hikmet ile illet karıştırılmaktadır. Bu noktada heva ve arzular devreye girmektedir. Oysa aklın veya sosyal düzenin korunması şarabın haramlığının illeti değil, hikmetidir. Hikmet ise hükmü etkilemez. İlletin varlığı veya yokluğu etkiler. Onun için hikmet tespiti, daha zor, subjektif ve değişken iken; illet tespiti daha kolay, objektif ve değişken değildir. (Soner Duman)
Burada bir örnek daha verelim ki, işin zorluğu anlaşılsın. Yolculuk halinde namazları kısaltmak. Bunun illeti nedir, hikmeti nedir? Şayet illeti, meşakkattir, dersek bu şu anlama gelir: Meşakkat varsa namazlar kısaltılır, yoksa kısaltılmaz. İlleti yolculuktur dersek, o zaman kişi yolculuğa çıktığı anda namazlarını kısaltır. Uygulamaya baktığımızda öyle anlaşılıyor ki, namazları kısaltmanın illeti yolculuktur. Peki hikmeti nedir? İşte burada “meşakkattir” diyebiliriz. Tam ve net olarak bilmiyoruz, ama muhtemelen budur, diyoruz. Dikkat edilirse buradaki “meşakkat” tespitimiz hükmü etkilememektedir. Ayrıca aklımıza gelmese bile başka hikmet tespitleri yapmak da mümkündür.
Hatırlatmakta fayda vardır: H. Karaman’ın deyişiyle günümüzde klasik usûlun terkedilmesini, dinî meselelerin bilim ve akla dayalı olarak hikmet-maslahat prensibine göre çözüme bağlanmasını isteyenler vardır. Bunlara göre dinin bir özü, bir de şekli; bir aslı, bir de tarihî olanı vardır. Bağlayıcı olan şekil değil, özdür; tarihî uygulama değil, asıl ve dinî olandır. Dinî olan da bu uygulamanın kendisi değil, altında yatan maksad ve mesajlardır. Her tarihî uygulamanın o şartlara dayalı bir illeti vardır. İlleti tespit ettiğimizde hüküm kendiliğinden ortadan kalkar. Örtünmeye, faize, cezalara, rejimlere, sistemlere ve sair ilişkilere bu açıdan bakmak gerekir. Maksad/hikmet/maslahat, bilim ve akılla çatışmaz. Bu ortaya konduktan sonra Kur’an ve sünnette de bulunsa, üzerinde icma da vaki olsa her hüküm değişebilir, değiştirilebilir. Mesela, içki yasağından maksad, aklı, sağlığı ve düzeni korumaktır. Bunları korumasını bilenler içebilir. Örtünmeden maksad, iffeti korumaktır. İffetini koruyanlar açılabilir. Faiz yasağından maksad, fakirin sömürülmesini önlemektir. Fakirin menfaatine olan faiz serbesttir. Bu örnekleri, muamelat, helal-haram sahasından sonra ibadetler sahasına doğru genişletirseniz -ki, buna hiç bir mani yoktur- oruç tutmaktan maksad, sağlığı korumak, iradeyi güçlendirmektir; namaz kılmaktan maksad, spor yapmak, ahlakı korumaktır… bunları başka yollardan temin edenlerin oruç tutması, namaz kılması gerekmez; öz elde edildikten sonra şekil üzerinde durulmaz” diyebilirsiniz. Bu yaklaşım, bilim ve aklı Şari’ mertebesine çıkarmış; dinî beşerî bir müessese haline getirmiş ve çağların modasına göre değişik dinler uydurma yolunu açmıştır. Onun için bu yaklaşım isabetli değildir. Vahiy-akıl ilişkisinin, dinde değişen-değişmeyen hükümlerin, korunması gereken şekil ile değişebilecek şeklin sınırlarının daha güvenilir ve ihtiyatlı ölçülerle tespit edilmesi zaruret vardır.
İlk Yorumu Siz Yapın