Sünnet kelimesi üzerinden hadis tarihini okumaya yönelik çalışmalar yeni sayılır. Bunda elbette modern dönemde İslam’ın nasıl yaşanabilir kılınabileceğine dair arayışların etkisi vardır. Fakat biraz yakından bakıldığında özellikle sünnet kelimesiyle ilgili iddiaların biraz da oryantalist çalışmaların etkisiyle gündeme geldiği rahatlıkla söylenebilir. Zira bu tür tartışmalar klasik dönemde görülmemiş, aksine oryantalist çalışmalarda gündeme getirilmiştir. Şimdi bu iddiaları ele almaya çalışalım:
- İddiaya göre sünnetin “çiğnenmiş yol olma, takip etme, uyma” anlamları ikinci dereceden anlamlardır. Sünnetin, ilk, orijinal anlamı örnek ortaya koymaktır.
Böyle bir iddia da nerden çıktı, ne demek bu şimdi, diye sorulabilir. Elbette bu iddianın bir amacı vardır. Bu iddianın arkaplanında sünneti şekilden ziyade mesaj olarak görme isteği vardır. Aynen bugün Kur’an’ın yorumunda görüldüğü gibi. Kur’an’ın 7. asırdaki tekil çözümlerinin bugün tıpkısıyla uygulanması gerekmez. O uygulamanın ardında yatan temel ilke, gaye, maksad, ruh, mesajdır önemli olan. Evrensel olan da bunlardır. Sünnet de böyledir. Sünnette önemli olan şekilsel olarak ona uymak, ona takip değil, söz veya davranışın ardında yatan evrensel ilkeyi yakalamaktır. Buna göre sünnet örnektir, mesajdır, gayedir, maksattır. Olduğu gibi uyulacak, takip edilecek, taklid edilecek bir şey değildir. Oysa hem “örnek ortaya koyma” hem de “takip etme, uyma” anlamları sünnette vardır. Bu anlamlar madalyonun iki yüzü gibidir. Sünnet, bunları kuşatmıştır. Sünnetin “çiğnenmiş yol olma” anlamını başka nasıl anlayabiliriz?! Bu hem bir yol açmak hem yolda yürümek anlamına gelir. Ayrıca İbn Manzur, bu anlama şöyle işaret etmiştir: “Aslında sünnet yol anlamına gelir. O, önceki insanların koyduğu, sonrakiler için de meslek haline gelen bir yoldur.” Bu iddianın sahibi Fazlur Rahman’dır. M. Yusuf Guraya ise bunu geliştirmiştir. Fazlur Rahman düşünüldüğünde meselenin “mesaj”a vurgu olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Zira o, Kur’an için de aynı şeyi düşünmektedir.
Sünnetle ilgili bu yaklaşımın bir benzeri bizim klasiklerimizde de vardır. Mesela sünnet söz konusu olduğunda teessi mi (örnek alma, örnek edinme) teşebbüh mü (benzeme, taklid) tartışmaları yapılmıştır. Ancak bu tartışmalar bugünkü tartışmalardan üç açıdan farklıdır:
a. Klasiklerde sünnet, Ef’alu’n-Nebî ile ilgili sınırlıdır. Yani teessi ve teşebbüh tartışmaları Hz. Peygamber’in fiilleri çerçevesinde yapılmaktadır. Hz. Peygamber’in sözleri bu tartışmanın dışındadır. Bugünkü tartışmalarda ise sünnet denince Hz. Peygamber’den bize nakledilen herşey kastedilmektedir. Yani sünnetle sabit olan bir vacip veya haram da aynı şekilde tartışma konusu yapılmaktadır.
b. Hz. Peygamber’in fiili, vacibi beyan ise onun hükmünü alacağı usul alimleri tarafından belirtilmiştir. Bu durumda tartışma konusu, bir vacibin beyanı olmayan fiillerdir. Bu fiillerin keyfiyeti tartışılmıştır. Acaba Hz. Peygamber’e has mıdır, acaba onun beşerî bir tasarrufu mudur diye mesele ortaya konmuş, eğer öyle iseler bağlayıcı olmadıkları ifade edilmiştir. Bugünkü tartışmalarda bu ayrımlar yoktur. Sünnetin hepsi “örneklik, yani mesaj” çerçevesinde değerlendirilmektedir.
c. Hz. Peygamber’in fiilleri hangi amaçla yapıldıysa onu o şekilde yapmanın teessi olacağı vurgulanmıştır. Mesela Hz. Peygamber bir şeyi vacip olarak yapmış, biz de öyle yapmalıyız. Mendup olarak, müstehap olarak yapmış, biz de öyle yapmalıyız. Mübah olarak yapmış, biz de öyle yapmalıyız. Böyle yaparsak teessi gerçekleşmiş olur. Biz, Hz. Peygamber’in mendup olarak yaptığını vacip addederek yaparsak veya mübah olarak yaptığını sünnet olarak yaparsak teessi olmaz. Yanlış yaparız. İşte bu çerçevede mübah davranışlara uymanın sevap gerektirip gerektirmeyeceği de tartışılmıştır. Mübah davranış, ne sevap ne de günah gerektiren davranışlardır. Ancak usul alimleri bunu tartışmış, çoğunluk Hz. Peygamber’e uyma niyetinden dolayı az da olsa sevabın gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Burada sevap o davranışın kendisinden değil, niyetten kaynaklanmaktadır. Bugünkü tartışmalarda bu ayrımların hiçbir önemi yoktur. Sadece kastedilen sünnetin örneklik olduğudur.
Tabii şunu ilave etmemiz gerekir: Elbette sünnette örneklik arzeden, şekli artık bugüne taşıyamayacağımız epey bir şey de vardır. Bunu burada tartışmak istemiyoruz. Böyle bir olgunun varlığını teslim etmekle yetiniyoruz. Ancak sünnet olarak bize nakledilen şeyler tartışılabilir ve nereye ait oldukları ve keyfiyetleri tespit edilebilir. Baştan hemen bunların hepsi örnekliktir, denilmez. Bugünkü tartışmalarda ise sünnetin örnekliği üzerinde vurgu vardır.
- Sünnet başka bir şeydir, hadis başka bir şeydir. Buna göre hadis şifahi rivayetler bütünü, nazarî zapttır; sünnet ise amelî kaidelerdir, dinî maksatların uygulanmasıdır. Dolayısıyla sünnet için, o sünneti tasdik eden benzer bir hadîsin olması zaruri değildir. Hadîsin muhtevasıyla sünnetinkinin tenakuz halinde olması mümkündür. Hadîs ve sünnet arasındaki zıtlık hadîs kitaplarında da mevcuttur. Abdurrahman b. Mehdî’nin şu sözünden bunu çıkarmak mümkündür: “Süfyan es-Sevrî hadîste imam olup sünnette imam değildir; Evzaî, sünnette imam olup hadîste imam değildir; Malik ise, her ikisinde de imamdır.” Aynı şekilde Ebu Hanîfe’nin arkadaşı Ebu Yusuf’dan “hadîs ve sünnet sahibi” diye bahsedilirdi. Bu iddia Goldziher’e aittir.
Görüldüğü gibi hadis ve sünnet tamamen başka şeyler olarak tavsif edilmiştir. Oysa şurası bir gerçek ki, sünnet sözlük anlamına bağlı olarak özellikle “hüküm, amel ve uygulama” anlamında kullanılmıştır. Ancak bu kullanımın hadisle başkalığını vurgulamak gibi bir gayesi yoktur. Bu durumda yukarıdaki İbn Mehdî’nin sözü ne anlama gelmektedir? Bu sözle ilgili şunlar söylenebilir:
Bu haberi Zürkanî, Muvattâ şerhinde nakletmiştir. Orada Abdurrahman b. Mehdi mezkür üç imamın arasını ayırmıştır. İbn Mehdi’nin Süfyan es-Sevrî’nin hadîste imam olup sünnette imam olmayışından kastettiği mana şudur: Süfyan, muhaddistir, fakih değildir. Süfyan’ın hadîs ilminde “emiru’l-mü’minin” kabul edildiği bilinen bir gerçektir. Evzaî ise, mezhep sahibi, fakih bir imamdır. Zehebî onun hakkında “Şamlılar sonra Endülüslüler onun mezhebindeydiler, onu bilenler dünyadan ayrılınca, geriye kitapta bulunanlar kaldı” demiştir. Evzaî de rivayet ehlindendir, fakat hadîste Ahmed b. Hanbel, Süfyan ve Buharî gibi imam derecesine ulaşmamıştır.
İmam Mâlik’le ilgili sözüne gelince, onun hem hadîste hem de sünnette imam olmasından maksat, hem büyük bir muhaddis hem de büyük bir fakih olmasıdır. Zehebî ondan bahsederken alimlerin onun bir çok özelliklerinin yanısıra hadîs ve fıkıhta büyük bir otorite olduğu hususunda ittifak içinde oldukların belirtir.
O halde bu sözün manası şudur: “Süfyan es-Sevrî hadîste imam olup, yani rivayet ilminde otorite olup sünnette imam değildir, yani fıkıh ilminde, hadislerden hüküm çıkarmada otorite değildir; Evzaî, sünnette imam olup, yani fıkıhta otorite olup hadîste imam değildir, yani bir Buharî gibi rivayet ilminde otorite değildir; Malik ise, her ikisinde de imamdır, yani hem rivayet hem de fıkıh ilminde otoritedir.”
Ebu Yusuf’la ilgili bahsedilen sözde de farklı bir kullanım söz konusudur. “Sahibu sünne (sünnet sahibi)” tabiri sadece Ebu Yusuf için değil, pek çok kimse için kullanılmıştır. Burada sünnet fıkıh anlamında değildir. Sünnet, burada bid’at karşıtlığını ifade etmektedir. Yani Ebu Yusuf rivayet ilminde ehliyet sahibi olduğu gibi bid’at anlayışlardan uzak durup ehl-i sünnet yolunda olan bir alimdir.
Görüldüğü gibi sünnet kelimesi esnek bir yapıya sahiptir ve sözlük manalarına bağlı olarak çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bu durum bilinmediğinde meseleleri karıştırmak kaçınılmazdır. Sadece bir örnek vererek meseleyi tavzih etmek mümkündür. Malikilerin kitaplarında şöyle bir ifade geçer: “Amel, hadisten daha hayırlıdır.” İlginç bir kullanım olduğu açıktır. Burada amel ile hadis karşı karşıya gelmiş, amel yönünde bir tercih kullanılmıştır. Amel ile sünnet kastedildiği bellidir. Malik, Muvatta’da amel ve sünnet kelimelerini sık sık ve birbirinin yerine geçecek şekilde kullanır. Amel veya sünnet, hadisten nasıl daha hayırlı olur? Eğer böyleyse yukarıdaki iddiada geçen hadis ve sünnetin tamamen ayrı şeyler olduğu doğru olmaz mı? Kullanımları bilirsek meseleleri karıştırmayız. Bu tür kullanımların özellikle Malikilerde olduğunu belirtmeliyiz. Malikiler, Medine ehlinin ameline önem verirler. Şayet Medine ehlinin ameliyle bir haber-i vahid çelişirşe ameli tercih ederler. Onlara göre bin kişinin bin kişiden nakli bir kişinin bir kişiden nakliden daha hayırlıdır. Şimdi bu söylediklerimizi yukarıdaki ifadeye tercüme edelim: “Bin kişinin bin kişiden nakli olan Medine ameli, bir kişinin bir kişiden nakli olan haber-i vahidden daha hayırlıdır.” Bu durumda amel ile hadis veya sünnet ile hadis değil, uygulama/amel ile haber-i vahid karşı karşıya gelmekte, uygulamanın sayısal olarak çokluğundan dolayı tercih edildiği görülmektedir.
Bundan dolayı “hadîsin muhtevasıyla sünnetinkinin tenakuz halinde olması mümkündür.” yargısı meseleleri anlamamaktan doğan bir çarpıtmadır. Hadis sünnet ile tenakuz halinde olmaz. Hadisle hadis tenakuz halinde olur. “Hadisle sünnet tenakuz halinde olabilir” dense bile kastolunan hadisle hadisin tenakuz halinde olmasıdır. Diğer taraftan “hadisle sünnet tenakuz halinde olabilir” dediğimizde kastolunan ikinci bir anlam dahadisle amelin tenakuz halinde olmasıdır. Burada hadis, haber-i vahid; sünnet ise amel/uygulama anlamında kullanılmaktadır. Hadis ve sünnetin farklılığı, kastolunan bu manalardan soyutlanarak mutlak olarak sunulduğunda yanlış sonuçlara varmak ve kafaları karıştırmak mukadderdir. Mesele bundan ibarettir.
- Sünnet, örf ve gelenek olup Şafii’den önceki fıkıh ekollerinin hüküm ve uygulamaları anlamına gelmektedir. Şafii’den önce Peygamber’e nipet edilen dinî anlamda bağlayıcı, uyulması gereken bir sünnet anlayışı yoktur. Bu bakımdan “Peygamberin sünneti” tabir ve anlayışını Şafii İslam hukukuna sokmuştur. Şafii, sünnetin tespitinin yegane aracının hadis olduğunu iddia edince büyük bir hadis uydurma hareketi başlamış ve toplumdaki bu hüküm ve uygulamalar hadis kılıfına sokularak Peygamber’e izafe edilmiştir. Bu iddia oryantalistlere aittir. Bu iddia şu anlama gelmektedir: Aslında Peygamber’in sünneti diye uyulması gereken bir şey yoktur. Peygamber’in sünneti diye bize aktarılan hadîs malzemesi uydurmalar koleksiyonundan başka bir şey değildir. Sadece toplumun sünneti vardır ve bu sünnete daha sonraları Peygamber’in sünneti adı altında dinî meşruiyyet kazandırılmıştır.
Bu iddiaya Hadis ve Sünnette Oryantalist Yaklaşımlar adlı çalışmamızda uzun cevaplar verdik. Burada şu kadarını söyliyelim:
Oryantalistler bir yana Müslümanlar tarafından bile bu anlayışa yaklaşık sözlerin sarfedilmesi esef vericidir! M. E. Özafşar’a göre “Peygamber’in sünneti” tabiri Kur’an’da yoktur. Kur’an’da kullanılan tabir üsve-i hasenedir. Peygambere ittibayı Kur’an emrettiği için örnek davranışına uyuyoruz. Sünnetu’r-Resul kavramının Kur’an’da olmayışı ve İslam Hukukuna sonradan girmiş olması dikkat çekici bir noktadır. Sünnetu’r-Resul kavramının başlangıç noktasını tespit etmek etmek güç olup büyük ölçüde sonraki siyasî gelişmelerin ürünüdür. Evet, bunları Schacht değil, bir Müslüman demektedir. Bir başka Müslüman ise şunları ifade eder: “Sünnet kelimesine gelince bu terim Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçmiştir. Fakat bildiğimiz anlamda Hz. Peygamber’in sözleri ve uygulamalarının bir terim haline gelmesi Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 50 yıl sonradır.” (Bk. Hüseyin Akyüz, el-Cahız’ın Hadis ve Sünnet Anlayışı, s. 80) Bu görüşe referans olarak B. Erul’un Sahabenin Sünnet Anlayışı çalışması referans olarak gösterilmektedir. Erul bu işe ne der, bilemem; ancak çalışmasında Sünnet’r-Nebî tabirinin az da olsa Hz. Peygamber tarafından, ayrıca büyük sahabiler devrinde (m. 632-661) kullanıldığını; genç sahabiler devrinde (m. 661-691) ise kavramlaşıp yaygınlaştığını tespit etmektedir. (Bk. Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 78) Ancak belirtmek gerekir ki, Erul’un çalışmasında da kafaları karıştıracak şekilde zengin bilgi vardır. Bir taraftan oryantalistlere cevap vermekte, diğer taraftan Hz. Peygamber’in ve büyük sahabilerin bu tabiri kullandığını söylemekte, ama genç sahabilerin bunu kavramlaştırdığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber ve büyük sahabiler döneminde bu tabir var, ancak kavram olarak henüz oluşmamıştır. Hz. Ömer, İbn Mes’ud ve Hz. Ali gibi sahabilerin kullanımında sünnet sözlük anlamından çıkıp bir terime dönüşmeye başlar, ancak halifeler döneminde sünnet isminin mana ve mefhumu henüz olgunlaşmadığından yer yer lugavî olarak zaman zaman da siyasî olarak kullanılmaya devam etmiştir. Evet, bu ifadeler meseleyi muğlak hale getirmektedir. Hz. Peygamber devrinde, sahabiler döneminde sünnet veya Sünnetu’n-Nebî kavram olarak kesinlikle vardır. Ancak sınırlarının belirlenmesi, neye sünnet deneceği meselesi ve tarif edilmesi elbette zaman almıştır. Hala da bu tartışmalar devam etmektedir.
Belli ki, yukarıdaki anlayışta Sünnetu’n-Nebî tabirinin Kur’an’da olmaması etkili olmuştur. Ancak tabir olarak bu anlayışın Kur’an’da olmaması dinî bir ilke ve mefhum olarak orada olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca hadislerde Hz. Peygamber ve erken sahabe dönemlerinde sünnet teriminin bildiğimiz anlamda kullanıldığı açık bir gerçektir. Yani dini anlamda “sünnete uyma” düşüncesi hem Hz. Peygamber döneminde hem de sahabe devrinde kesin hatlarıyla ortaya konulmuştur. (Not: Bu arada sahabilerin davranışlarına da sünnet denmesi, çok daha ilerleyen zamanlarda mesela halkın algısında sünnetin sadece Hz. Peygamber’e tahsis edilmesi gibi gelişmeler başka sosyolojik olgulardır) Şu durum oldukça manidardır ki, ama ne yazık ki, Müslüman araştırmacılar böyle bir tabiri incelerken hadis ve İslam tarihi kaynaklarından sarf-ı nazar edebilmektedir! İşin tuhaf olanı Müslümanlar böyle düşünürken bir oryantalist olan M. M. Bravmann’ın bu iddiayı sert bir şekilde eleştirerek hem hadislerde hem tarihi kaynaklarda Hz. Peygamber’in sünneti tabirinin bulunduğunu; hem de bu tabir olmaksızın Hz. Peygamber’in sünnetine uyma anlayışının var olduğunu göstermiş olmasıdır. (Bk. Bravmann, The Spiritual Background of Early Islam, Leiden, 1972, s. 123-135)
Bu bir tarafa şu bir gerçek ki, Şafii’den önce de Peygamber’in sünneti tabir ve anlayışı vardı. Hatta Muvatta’da bizzat “Peygamber’in sünnetti” anlayışı bulunmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Ben sünnet olsun diye unutur veya unutturulurum” buyurmuştur. (Muvatta, Sehiv, 2) Bu belge, Şafii’den önce bir yazılı kaynakta geçmesi itibariyle bizim için değer taşımaktadır. Şaffi’den önce bu anlayışın olması için illa da bu tabiri aramaya da gerek yoktur. Muvatta’da 800’den fazla merfu hadisin bulunması elbette “sünnete uyma” anlayışının Şafii’den önce var olduğunu gösterir. Ancak şurası bir gerçek ki, Şafii’den önce bölgesel uygulamalar da güçlüydü ve bunlar “sünnet” lafzıyla ifade ediliyordu. Mesela İmam Malik böyleydi. Medine’deki uygulamalara “bize göre sünnet şudur” diyerek işaret ediyordu. Ancak bu sünnetlerin hangisinin Peygamberden beri süregelen amel, hangisinin sonradan ortaya çıkmış bir uygulama olduğu konusunda bir netlik yoktu. Bu bakımdan alimler Medine ehlinin ameli için “Peygamberden beri süregelen amel ve içtihatla ortaya konulmuş amel” ayırımı yapmak zorunda kalmışlardır. İşte Şafii bu bölgesel sünnetlere karşı çıktı ve merfu-muttasıl hadise vurgu yaptı. Ondan önce merfu hadis anlayışı olsa bile ittisal konusunda farklı telakkiler bulunuyordu. Esasen Şafii’yi kendinden öncekilerden ayıran bu ittisal anlayışıdır. Peygamberin sünnetinin otorite olmasında hiçbir problem yoktur.
Şurası bir gerçek ki, başlangıçta sünnetin, Resûl-i Ekrem yanında onun yetiştirdiği sahâbe ile onları takip eden tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesillerinin yaşantılarında mevcut olduğu var sayıldığından sünnetin derlenmesine ilişkin ilk yazılı metinler Hz. Peygamber’in hadislerinden başka sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînin dinî içerikli söz ve uygulamalarını da içermekteydi. İmam Mâlik gibi bazı âlimlerin “Medineliler’in ameli”, “bizde (Medine’de) üzerinde ittifak edilmiş hususlar”, “insanların uygulaması”, “bilinegelen uygulama” vb. ifadelerle tanımladığı uygulama da önemli ölçüde bu anlamda sünneti içermekteydi. Ancak bu nitelikteki uygulamalarla toplumdaki örf ve âdetlerin karıştırılması tehlikesi her zaman mevcut olduğundan genel sünnet tanımının daha açık bir hale getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Kronolojik sırayla Ebû Hanîfe, Mâlik, Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan ve Şâfiî gibi ilk fakihler sünnet malzemesinin tesbitinde gittikçe artan oranda dinî nitelikli sünnet ve yerel örf ve âdetlerle karışmış sünnetleri birbirinden ayırma çabasına girmiştir. Leys b. Sa‘d’ın amel-i ehl-i Medîne konusunda Mâlik’e ve Ebû Yûsuf’un sünnet hakkında Evzâî’ye yönelttiği eleştirilerde görülen, dinî içerikli sünnetin bu nitelikte olmayan sünnetten ayrıştırılması bilinci en yüksek düzeyde ifadesini Şâfiî’nin er-Risâle’sinde bulmuştur. Bu olgu XX. yüzyıl şarkiyatçıları tarafından, Hz. Peygamber’in söz ve tasarruflarının Kur’an yanında dinî hükümlerin ikinci kaynağı olarak tanımlanmasının, dolayısıyla Resûlullah’ın hadislerinin sünnetin veri tabanı diye belirlenmesinin ilk defa Şâfiî tarafından ortaya atıldığı veya en azından bu yaklaşımın onun tarafından sonuçlandırıldığı, daha önceki nesillerin algılamasında Resûl-i Ekrem’in rolünün bu şekilde tanımlanmadığı, aksine sünnetin hadislerden bağımsız salt gelenek anlamı içerdiği iddiasına temel yapılmıştır. Halbuki terim olarak sünnetin başlangıçta sadece Hz. Peygamber’in rolüne işaret etmediği doğru olsa da onun söz ve davranışlarının dinî hükümlerin kaynağı olduğu düşüncesi ilk İslâm toplumundan itibaren temel bir ilke şeklinde görülmektedir.
Şâfiî gibi âlimlerin yaptığı iş, sünnet kelimesinin başka kullanımlarından ayrıştırılarak sadece Resûlullah’a atfen kullanımını sağlama yönünde terimsel bir yenilik getirmektir. er-Risâle dikkatle incelendiğinde Şâfiî’nin, İslâm ilim çevrelerinde yerleşik düşüncenin izini sürerek onu ilk defa tutarlı bir teorik çerçevede ifade etmekten başka bir şey yapmadığı görülür. Sünnet, Resûlullah’ın ve ashabının çağından bakıldığında beşerî düzlemde yaşanan İslâmî hayat modeli idi ve bu yönüyle bir uygulamalar bütünüydü. Fakat İmam Ebû Hanîfe’nin ya da Şâfiî’nin yaşadığı dönemden bakıldığında içindeki öz İslâmî unsurların ayrıştırılarak bu uygulamaların evrensel İslâmî hayat tarzına temel teşkil edecek biçimde kurgulanması gerekiyordu. Şâfiî’nin er-Risâle’sinde görülen kurgusal dil ve söylemin sebebi budur ve Şâfiî yahut onu takip edenler mevcut anlayış ve uygulamadan bağımsız bir teori ihdas etmiş değildir. Meselâ Şâfiî öncesi fıkıh âlimleriyle Şâfiî arasında, Resûl-i Ekrem’e aidiyeti yaygın biçimde bilinen dinî içerikli uygulamaların sünneti teşkil ettiği konusunda farklı bir anlayış yoktur. Bununla birlikte tedvin çağı öncesinde yaygınlaşmamış haber-i vâhid rivayetlerin tesbiti, bunların Hz. Peygamber’in sünneti anlamında örneklik teşkil edip etmeyeceği, eğer ediyorsa hangi şartlarda ettiği konusunda Şâfiî ile diğerleri arasında farklı anlayışlar vardır. Bu husus, şarkiyatçıların araştırmalarında iddia edildiği gibi Resûl-i Ekrem’in otoritesinin kabul edilip edilmemesiyle ilgili bir tartışma olmayıp sadece ondan nakledilen verilerin sahihliğinin tesbitiyle ilgilidir ve bu çabalar neticesinde fıkıh usulü ilminde ortaya konan şekliyle sünnet teorisi ortaya çıkmıştır. (Murteza Bedir, “Sünnet”, DİA, c. 38, s. 150)
Hocam Allah razı olsun müstefid yazılarınızın devamını heyecanla bekleyeceğiz.
Ar Gör Abdullah Çimen Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi.
Hocam, yeni siteniz hayırlı olsun. Yazınızı okudum, istifade ettim. İyiki varsınız Allah sizden razı olsun. Ömrünüzü bereketli kılsın. Sıhhat ve afiyetinizi daim eylesin.
Slm. Aleyküm Hocam siteniz hayırlı olsun…
Sevgili hocam tarihsellik ile ilgili 3 tane yazınız vardı o yazılarıda burada paylaşabilirseniz çok faydalı olur…
Şimdiden teşekkürler hocam…
Teşekkür ederim. İnşallah o da olur.
السلام عليكم
Muhterem Hocam,
Hayırlı olsun, hayırlara vesile olsun inşaallah!
Hayırlı olsun. Yüce Allah hakkı yazanlardan eylesin
Yavuz Hocam, yazınızı dikkatlice okudum. İstifade ettim. Allah razı olsun
Allah razı olsun üstat.
Tüm yazılarınız eklenecektir umarım.
Site hayırlı olsun, selametle
Allah razi olsun hocam. Aslında günümüzde sunnetle ilgili sıkça yorumlar yapılmaya başlamış
السلام على من تفكر
Yavuz Hocam..
Düşünce ve Fikirlerinizi destekleyen harika bir yazi..
Bu kadar itidali hiç sapmadan elinde tutan ender kisiliklerden birisiniz.. Ruhumun işleyiş bicimiyle seviyorum sizi ve yazilarinizi..
Bazen cok yerleri elestirmek istiyorum.. ama o eleştiriler sizin yazının eksiklikligi degil benim yolumun yanlışlığından kaynaklanabilir diye elestirmiyorum.. sevgi muhabbet ve özlemle sariliyorum..
Izmir.. 9 eylul ilahiyat dineminden osman akbiyik. Belki hatirlayamazsaniz. Ayni evde kalmistik kisa bir kac yil.
Allah razı olsun hocam.