Meseleyi anlamaya geçmeden önce bu konuda gösterilebilecek iki üslubun, iki tavrın da yanlış olduğunu belirtmem gerekir:
1. Böyle rivayet olur mu? Bunların hepsi Kur’an’a aykırıdır. Rivayet kültürü emevi uydurmasıdır. Kur’an’dan başka asla rivayet, hadis kabul etmeyiz. Rivayet, hadis Kur’an’ın önünde en büyük engeldir.
2. Bu rivayetleri olduğu gibi kabul ederiz. Hatta iman ederiz. Laf da söylettirmeyiz. Geleneğimiz bunlar hakkında ne demişse kabul ederiz. Gerisine de hiç itibar etmeyiz.
Bunlar ilmi yaklaşımlar değildir.
Şimdi asıl meseleye dönersek, hadis kitaplarında şu tür rivayetler görürüz: “Şöyle bir ayet, Resulullah zamanında nazil oldu. Resulullah zamanında biz bunu okuyorduk. Sonra nesh edildi…”
Bunun muhtemelen 5-6 örneği vardır. Birkaçını burada zikredelim:
1. İbn. Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz şöyle buyurdu: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir o kadarını daha ister. İnsanoğlunun karnını topraktan başka bir şey doyurmaz. Ve Allah tövbe edenlerin tövbesini kabul eder.” Devamla ibn Abbas dedi ki: “Bu ifade Kur’an’dan mı değil mi, bilemiyorum.” (Buhari, Rikak, 10; Müslim, Zekât, 117)
Buhari, aynı zamanda bu hadisi Abdullah b. Zübeyr ve Enes’ten de ayrı ayrı rivayet etmiştir. Bu rivayetlerde bu bilgiyi Peygamberimizin bir hadisi olarak nakletmiştir.
2. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre, Hz. Ömer minbere oturup müezzin ezanı bitirdikten sonra kalkarak, Allah’a layıkıyla hamdettikten sonra şöyle der: “… Yüce Allah Muhammed (as)’i hak ile gönderdi ve ona Kitab’ı indirdi. Ona indirilenler arasında recm âyeti de vardı. Onu okuduk, kavradık ve anladık. Rasulullah recmetti, ondan sonra biz de recmettik. İlerde bir kimsenin, ‘Recm âyetini Allah’ın Kitabı’nda görmüyoruz.’ diyerek Allah’ın farz kıldığı bir şeyi terk etmekle dalalete düşmesinden korkuyorum…”
3. Hz. Aişe’den nakledilen şu âyetler de böyledir: Onun şöyle dediği nakledilir: “Kur’ân’dan indirilen âyetlerden biri de aşru radaatin ma’lumatin yuharrimne (on kere emme haram kılar) âyetleriydi. Sonra hamsu radaatin ma’lumatin yuharrimne (beş kere emme haram kılar) âyetiyle neshedildi. Rasulullah vefat ettiği sırada bu, Kur’ân âyeti olarak okunuyordu.”
Geleneksel yaklaşım özetle şöyledir (Tahavi’nin Şerhu müşkili’l-asar adlı eserinden aktarıyorum):
“Te’vil ilmini bilenler neshin iki türlü olduğunu söylemişlerdir:
1. Nesh edilen ayetin -nesh edilen Kur’an dahi olsa- olduğu gibi kalmakla birlikte hükmü ile amel etmenin neshedilmesidir.
2. Nesh edilen ayet kalplerde ezberlenmiş olduğu halde veya ezberlemeden kalplerin dışındaki haliyle Kur’an’dan çıkarılmasıdır. (Yani lafzı mensuh hükmü baki ayetler…)
Kur’an’dan çıkarılan mensuhlar da iki kısma ayrılır:
a. Bunların bir kısmı müminlerin kalplerinden tamamen çıkartılır ve ondan geriye hiçbir şey kalmaz.
b. Diğer kısmı Kur’an’dan çıkartılan ama müminlerin kalplerinde Kur’an olmayarak devam eden ayetlerdir.”
Tahavi’ye göre bu son şekil Kur’an’dan çıkartılıp sünnete havale edilen hükümleri ihtiva etmektedir.
Neden böyle bir te’vil yapılmaktadır? Bir te’vil yapılmak zorundadır, çünkü konuyla ilgili rivayetler vardır. Rivayetlerde nazil olan bazı ayetlerden bahsedilmektedir, ancak bu ayetler bugün elimizde olan Kur’an’da yoktur. Hal böyle olunca yoruma ihtiyaç vardır. Geleneksel bakış bu tür rivayetleri lafzı mensuh olsa da hükmü sünnetle baki olan ayetler şeklinde yorumlamayı tercih etmiştir. Tabii artık bu hükümler ayet olmaktan çıkmış, sünnete havale edilmiştir, yani birer sünnet olmuşlardır.
Peki bu yorumu kabul etmek zorunda mıyız? Değiliz. Neden bunlar önce ayet olarak indirilip sonra ayet olmaktan çıkarılıyor, sorusunun cevabı yoktur. Sünnete havale edilecekse önceden de sünnete havale edilebilirdi bu hükümler. Neden önce Kur’an olarak indiriliyor o zaman? Bunun cevabını bilmiyorum. Herhalde bilmemiz de mümkün değil.
Bu durumda başka yorum yapma imkanımız var mıdır? Vardır. O yorumlara geçmeden şunu demem gerekir: Yukarıda bahse konu 5-6 rivayetin hepsi de haber-i vahittir. Yani önceden nazil olduğu söylenen ayetler, haber-i vahit ile ifade edilmekte veya sabit olmaktadır. Oysa ayet haber-i vahit ile sabit olamaz.
Şimdi bu tür rivayetlere karşı şu şekilde bir tavır takınmak mümkündür:
1. Bu tür rivayetlerin bir kısmı zayıftır. Zayıfsa zaten problem yok demektir. Ancak içlerinde sahih olanları da vardır.
2. Sahih olanlara karşı tavrımız iki türlü olabilir:
a. Bunlar haber-i vahittir. Kur’an karşısında şaz hükmündedirler. Bunları olduğu gibi bırakır, onlarla amel etmeyiz. Nitekim sahih olup da amel edilmeyen hadisler vardır. Örneğin bir vadi dolusu altınla ilgili rivayet nasıl mensuh olabilir?! İnsan fıtratında olan evrensel bir duygudan bahsediyor. Ahlaki bir içeriğe sahip. Ahlak konuları mensuh olmaz ki! Dolayısıyla böyle bir rivayet ile amel edilmez.
b. Eğer bir yorum mümkünse diğerleri hakkında şöyle diyebiliriz: Rivayetlerde, “ayet, Allah’ın kitabı, okurduk” şeklinde geçen ifadelerin hepsi “Allah’ın hükmü” anlamındadır. Yukarıda kaydettiğimiz 2. ve 3. hadis böyledir denilebilir. Bazı rivâyetlerde bu haberlerin baş kısmı “İndirilenler içinde vardı” (kâne fî mâ unzile) şeklindedir. Buna göre burada indirilen şeyle maksadın Kur’ân âyeti olduğu kesin değildir. Peygamberimiz’e bildirilen bir emir de olabilir. Bazı rivâyetler ise, “okunanlar içinde vardı” (kâne min mâ yutlâ…) şeklindedir. Buradaki tilavet (okunma) Kur’ân âyeti olarak okunma değil de bu hükmün dillerde dolaşıp yayılması manasında da değerlendirilmesi mümkündür.
Öyle anlaşılıyor ki, bu rivayetlerde kastedilen, bildiğimiz anlamda “Kur’an ayetleri” değil, “Allah’ın hükümleri”dir. Dolayısıyla bunlar Kur’an olarak nazil olmamışlardır, yani vahy-i metluv değil, vahy-i gayri metluvdurlar. Bunlar tâ baştan sünnet olarak peygambere bildirilmişlerdir. Dolayısıyla bu yorum kabul edildiğinde daha önce söylenildiği gibi “önce ayet olarak nazil olmuş, sonra sünnete havale edilmiş” demeye de gerek kalmayacaktır. Doğrusu ben, bu yoruma meylediyorum.
Sonuç olarak denilebilir ki, geleneksel anlayış büyük bir gayretle hadisleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. İlgili rivayetleri bir yere oturtmaya gayret etmiştir. Bunun için de nesih ile ilgili olarak “lafzı mensuh hükmü baki” gibi anlaşılması zor bir kategori geliştirmiştir. Bu, değerli olmakla birlikte bugün bizlerin de yeni bir bakışla, mezkur rivayetlere karşı farklı bir anlayışımız ve farklı bir tavrımız olabilir, olmalıdır.
İlk Yorumu Siz Yapın